Bu toprağın gür sesi bir Yunus adı dolaşır dillerde. O ki mütebessim yüzüyle selâmlar bizi. Sekiz asır evvelinden seslenir kapitalizmin çarklarında ezilerek lime lime olan bu abus yüzlü çağa. Sevgiyi hayatın öznesi yapar her şeyin birer meta olduğu zamanlarda. Bedenen ölse de sevgi toprağından nice Yunuslar filizlenir. Her filizden nice eşkinler boy verir. Ölümünden bu yana 700 sene geçse de her dem yeniden doğar usanmadan, usandırmadan.
Bugün sevgisizlikten çoraklaşan yüreklere Yunus aşısı vurmak her şeyden daha elzemdir. Yaradan’ın ölçülerine göre kâmil bir mümin olarak yaşayan Yunus’u Cenab-ı Hak da bütün insanlığa sevdirmiştir. Geçen zaman bir rüzgâr misali onun üzerindeki ölü toprağını kaldırmıştır. Onun yerine, üzerini sevgi ve muhabbet fırçasıyla adeta cilalamıştır.
Uzun bir zaman boyunca nisyan bulutlarına karışan Yunus Emre XX. yüzyılda Türk aydınları tarafından adeta yeniden keşfedilmiştir. Onun şiirinin saflığı ve derinliği bu vesileyle bir kere daha idrak edilmiştir. Yerel ve evrensel değerleri gönül teknesinde mezceden Yunus Emre, içselleştirilerek ortak bir kabulle “Bizim Yunus” olmuştur.
Yunus Emre, tasavvuf edebiyatımızın hiç tartışmasız ulu bir şahikasıdır. Ondan ötesi bir bilinmez, derin mi derin uçurumdur. Bu doruğa varmak isteyenler onun geçmiş olduğu uçurumlardan ve dikenli yollardan geçmek mecburiyetindedir. Onun zirvesine varmak için sade bir dergâha büyük bir sabır ve tevazuyla boyun bükerek kırk yıl odun taşımayı göze almak gerekir. Bu minvalde Tapduk’un eşiğinde her dem hazır ve nazır bulunmak şarttır.
Anadolu’da yirmiye yakın yerde mezarı (makamı) bulunan Yunus’un gerçek makberi sevenlerinin sevgi iksiriyle yunulmuş tertemiz gönlüdür. Onun bu hastalıklı çağa derman olacak evrensel sesini kara toprak örtememiştir. Geçen çağlar bu sesin önünde duvar olamamıştır. Bu gür ses, bütün engelleri ve engellemeleri aşarak günümüzde yankılanmaktadır. Bu yankı, pas tutan gönül kulaklarımızı açmaya muktedir ulvi bir sestir.
Yunus Emre, “Pîr-i Türkistan” diye bilinen Orta Asya’nın manevî güneşi olan ve tabir caizse tasavvufu Türkleştiren Hoca Ahmet Yesevî (H. 562 / M. 1166/1167)’nin açmış olduğu hakikat yolundan yürümüş ve onun karanlık gönülleri aydınlatan manevî rahle-i tedrisinden geçmiştir. Birbiri arasında bir buçuk asırlık bir zaman farkı olsa da aynı mukaddes değerleri savunmuşlardır. O, hem tasavvuftan beslenmiş hem de tasavvufu beslemiştir. Zamanla yükselen gönül kalesinin burçlarına ilâhî bir tuğla da o koymuştur. Tasavvuf bayrağı onun koyduğu devasa tuğla sayesinde daha yüksekten dalgalanmaya başlamıştır.
Yunus’un halk tarafından bu kadar sevilip benimsenmesi onun halk adamı kimliğinden de kaynaklanan bir durumdur. Oysa onunla çağdaş olan Mevlâna daha dar bir çevrede ve çerçevede hareket etmiştir. Halk kültürünü yaşayan (içselleştiren) ve yaşatan Yunus Emre, o zamanki yaşayan Türkçeyi kendi gönül arkından sular seller misali diğer gönüllere akıtmıştır. Onun Türkçe yazmak dururken Farsça yazmayı tercih eden Mevlâna’yla bir farkı da budur. Türk milletini bir aile sayarsak (ki öyledir) Yunus bizim aileden biri olarak görülmüş ve adının önüne “Bizim” aidiyet etiketi münasip bulunmuştur. Millî ve manevî kimliğin aynı teknede karılmasıyla oluşan bu etiket, öyle herkese nasip olan bir şey değildir; baht işidir.
Yunus Emre’nin büyük şair olmak ve yarınlara kalmak gibi bir gayesi yoktu. Onun yegâne amacı Allah’a iyi bir kul olmak, kulluğun gereğini yerine getirmektir. O, bu minvalde Rabbinin çizmiş olduğu yolda (sırat-ı müstakimde) mümin ve muvahhit olarak yaşamış, içinde biriktirdiği sesi şiir vasıtasıyla dışarıya (evrende yaşayan herkese) yansıtmıştır. Risaletü’n-Nushiyye’si ve 415 şiirinin yer aldığı Divan’ı bu gür sesin samimi tezahürüdür.
Sesi, çok uzaklardan gelmesine rağmen, bugünde konuşuyormuşçasına kulaklarımıza ayan gelen Yunus Emre haddizatında hiç bilinmeyen şeyleri söyleyen bir söz erbabı değildir. O, “Söylenmeyen bir söz yoktur” itikadınca hemen herkes tarafından bilinenleri (malumu) kendi üslubunca etkili bir şekilde yeniden ve edebî bir biçimde ifade (ilân) etmiştir. Sözlerinin tesiri dudaktan değil yürekten söylenmiş olmalarındandır. Zira yürekten çıkan söz, yüreğe intikal eder. Yunus’un şiirlerinin bizi sarıp sarmalayan büyüsü en çok da samimiyetinde aranmalıdır. Yoksa temelde aynı felsefeden beslenen başka mühim şairler olsa da, onlar Yunus’un mertebesine ulaşamamışlardır. Yunus yaşadığını yazmış, yazdığını yaşamıştır.