Ambarkaya'nın önünden ineklerini toplayan ve her sabah Şükrü Dayı'mın çoraplarını itinayla giydirdikten sonra çayını doldurup onlarca misafirlerini ağırlayan, çocukluğumun parçası Rukiye Yengemiz Rahmeti Rahman'a kavuştu. Sabah sabah yüreğime bir kor düştü ki anlatamam.
Çocukluğum ve bir daha çocukluğum diyorum, çünkü ne varsa çocukluğumda yayla hanlarındaki Rukiye yengem hepsinin merkezindeydi. 9 yaşlarına iken yaylaya bırakıldığımda çekip çevirmeye çalıştığım ev, inek, bahçe işlerimdeki en büyük öğretmenimdi. Annem Şükrü Dayı ve Rukiye yengen var yanı başında diye gönlü rahat bırakıp giderdi beni köy işlerini yapmaya. Çaresizce annemle köy ve yayla işlerini paylaşarak yürütmeye çalışırken Rukiye yengem hem anneme hem de bana öğretmenlik yapardı. Anneme kızım, bana da oğlum diye hitap ederek başlardı söze. Kervan yolundan geçen herkes onu muhakkak tanır, çünkü onun kocası Şükrü Dayı bu yolun en çok misafir ağırlayan hancılarındandı. Elbette bu misafirlerin hizmeti de Rukiye yengemden geçerdi. Herkes elbette tanır ama ben çocukları gibi yanı başlarında büyüdüm, elim, ayağım, korkulu gecelerimde yüreğim oldular. Şimdi yayladaki kapımı açıp da sesleneceğim bir Rukiye yengem yok. Hatta 100 metre ötedeki diğer Rukiye (Kuşkuşun Rukiye derlerdi ya) yengemi de geçen yıl kaybetmiştim. Yayla yollarında her akşam yollarını beklediğim arabacı Hacı Ahmet Dayı'yı da dün kaybettik. Hacı Ahmet Dayı hanların, hancıların eksiklerini getirip götüren güler yüzlü büyüğümüzdü. Yayladan ekmek, çivi, lamba fitili, gaz yağı, balya teli,.. daha nice incik boncuk siprerisleri erinmeden getiren Hacı amcamız da veda etmiş Kervan yoluna. Onun bu yollarda ne kadar direksiyon salladığını ancak tanık olanlar bilir. Bir ömürden bahsediyorum. Çamurlu yollarda kırmızı minibüsüne tıka basa sığdırıldığımızı dün gibi hatırlarım. Bazen yokuşu çıkamadığında inip birlikte biraz iter sonra yeniden binerdik. Yani Tuzana'dan ya da Ormancı'nin virajdan geldiğini bildiren kornayı da çalmayacak artık, biz de haber gönderip köye ya da yaylaya yarın bir yolcumuz var diyemeyeceğiz.
Arabanın arkasından armut çuvallarını indiremeyeceğiz. Aralıksız yaylada uzun süre kalanların köyden haber getiren Hacı Ahmet Dayısı da ebedi aleme iki gün önce göç eyledi. Allah hepsine rahmet eylesin. Tarif edemeyeceğim üzüntü içindeyim. Rukiye yengem yaşlansa da uzanamadığı, gidemediği yerlere kendi eli ayağı gibi gördüğü yaylamızın gülü oğlu Aycan''ı gönderir ve muhakkak ulaşmaya çalışırdı. Şimdi Aycan'ımın da kolu kanadı kırıldı. Nice insanları ağırladı handa yengem, nice aç insanların önüne sofra kurdu, nice yolcuya su ve ayran verdi, bol tereyağlı kuymak yedirdi. Ama bugün o eski Han'ın kapıları sonsuza kadar kapandı. Zaten Kervan yolunun yolcuları da çok değişti yeni hancıları da çok farklı, zamana yeniliyoruz ya da zamanla yenileniyor her şey, küçücük bir bakkalları vardı ama yayla için ne ararsan bulurdun orada, gece yarısı pencerenin kanadını tıklasan kapıyı açar eksiklerini alırdın. Eşkıyaların bile gece ihtiyaçlarını bulduğu yerdi bu bakkal. Yani burada bakkallık yapmak o dönemlerde hem bir cesaret işi yem de bir gönül işiydi. Rekabet de vardı o zamanlar 6-7 bakkal yan yana, günlük kuzular kesilir, koyunlar, inekler dağları sarardı. Şimdi dağlarda inek de koyunda kalmadı gibi. O eski hanlardan bizimki ile Şükrü Dayı'mınki kaldı ayakta. Hepsi viran oldu yıkıldı. Ama artık bizimkiler de han değil hane oldu. Şükrü Dayı yaşlanınca bir süre ben ilgilendim bakkalla. Çoğu kez yazardık deftere, parası olmayana da "ver oğlum sonra getirir." derdi. Çileli bir ömür yaşadı yengem tüm Osmanlı kadınları gibi, hem yüklerin altında kilometrelerce yol yürüyerek ezildi hem bir futbol takımı oluşturacak kadar çocuklarının hizmeti için hem de o eski zihniyetin kadını bir iş gücü gibi görme zihniyeti onu çok yıprattı. Ama bu güçlükler onu çelik gibi yapmış, herkesin gözünde Madur Dağı gibiydi yengem. İşte bu yüzden bugün o Madur Dağı'ndan büyük bir göz yaşı daha koptu diyorum, artık yaylalardan bu nedenle giderek uzaklaşıyorum. Ben yayladan komşusuydum ama köyünü de bilirim. Halen evine araba yolu ulaştırılamamış sarp yokuşlardan günlerce aylarca ne terler akıtmış sırtında, taşımış, taşımış, taşımış bel sağlığını belki bu yollarda kaybetmiş, sırtı çok eğitilmiş ama yüreği hep dimdik kalmış. Kıymeti yeterince anlaşılamamış değerlerimizdi onlar, bir kültürün taşıyıcıları, azla yetinmeyi bilen, şükreden ama durmadan çalışan, sözleri senetten daha kıymetli, çok veren ama istemeyen, gelmeyene giden, vermeyene veren, misafirinin sofrasına evindeki en değerli olanları koyan, sabah güneşi uykularında doğmayan, elleri hep nasırlı ve maharetli olanlardı onlar. Han'ın duvarlarındaki her taşı sırtında taşıyan gerektiğinde kemre sepetini bırakıp çalışan ustalar için harç yoğurandılar. Annem duydu bugün bir eyvah, bir vah vah dedi, dili damağı kurudu sanki. Çünkü o da anladı ki biz sadece bir yengemizi, değil bir medeniyeti de yolcu edeceğiz ebedi aleme.
Yolarda kar var, kapalı "dizlerim yürümüyor oğlum yarın ben nasıl gideceğim vedaya, inşallah yolları açarlar" dedi ve uzatmak istemedi bu konuşmayı. Güzel ve değerli olanlar hep eksildi, eksiliyor işte. Sadece çocukluğumdaki Şükrü Dayı'mın bakkalından aldığım plastik sarı topumu kucağıma alarak Han'ın üstündeki yokuştan yaylama bakarak ağlamak istiyorum. Tarif edilemez bir üzüntü içindeyim. Tüm sevenlerine sabırlar dilerim, Rabb'im cennetinde buluşmayı nasip etsin inşallah. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”
Şenol Sancak’ın kaleminden