Çocuk bir kültürün içinde dünyaya gelir ve bu kültürün uyumlu bir üyesi olmanın bütün gereklerini yerine getirmeye çalışır. Bir taraftan biyolojik büyüme, olgunlaşma ve gelişmesini sağlarken, bir taraftan da ruhsal, duygusal ve sosyal yönden de gelişmesini sürdürür.
 
Konuşmaya başlayan çocuk, çevresini anlamaya çalışır. Bu arada farkında olmadan “ben kimim?”  sorusunu ömrü boyunca sormaya devam eder. Bir bakıma bütün öğrenmelerimiz, insanın kendisini bilmesine yönelik bir çabadır. Ne var ki insanın, bütün ömrü boyunca kendini bilme çabasından başarı ile çıktığını söylemek zordur. Özellikle çağımızın baş döndürücü değişimin yaşandığı bir dönem olması hasebiyle insanın “ben kimim?” sorusuna cevap bulması zorlaşmaktadır. Daha çok, “Ben nasıl daha çok tüketir ve daha çok kazanırım?” soruları, insanımızın temel soruları olarak ortada durmaktadır. Yazık ki günümüz insanı, mutlu olmaya bile zaman bulamamaktadır. İlkokula giderken annesi/babası ona, “Evladım hafta sonu kursa git, ortaokula gidince rahat eder ve mutlu olursun” der.
 
Ne var ki ortaokul dönemi için de aynı teraneler çocukları beklemektedir. Lisede mutlu olmak ise hiç mümkün değildir; hayat memat meselesi olan üniversiteye girmeden mutlu olunamaz; öyleyse biraz daha gayret… Üniversiteye geldiğinde mutlu olmayı hayal eden gençler, burada da aynı psikoloji ile mutsuz yaşamaya mahkum bir dönem geçiriyorlar. Peki, bütün bu hay huy içerisinde bu çocuklar/gençler kendilerini nasıl bilecekler?  Kendini bilen kainatı ve Yaradan’ı tanır. Kendini bilmeyen insanın bildiklerinin hepsi, faydasız bilgidir. Faydalı bilgi, insanın hayatının herhangi bir yönünü kolaylaştıran bilgidir. Bu bilgi, bilgiden öte hikmettir. Çocuğu insan olarak yetiştirmek üzere okul denilen ortama göndermekle işimizin bittiğini sanıyoruz; aldanıyoruz. Okulun öğrettikleri ile gerçekten insanlaşabiliyor muyuz?  Okulun öğrettikleri ile tatmin olamıyoruz ki, değişik arayışlara giriyoruz. Mesela “okulsuz toplum” bir felsefe olarak bu arayışlardan en çok ses getiren bir yaklaşım olarak bilinmektedir. Okul denilen biçimsel örgüt, insanımızı kendine tanıtmaya yetmemektedir.
 
Koca Yunus Emre de okul sisteminin okumaları için şöyle diyordu:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır?
 
Eğer okuduklarımızla kendimizi bilemiyorsak, bizim yaptığımız ilim filan değildir. Okumak, kişinin çocukluğundan beri sorduğu, “Ben kimim?” sorusuna cevap bulmanın en kestirme yolu olarak bilinir. Ama ne yazık ki okul yetiştirdiği insana kendini tanıtmada başarısız olmuştur. Dün de bugün de… Ne var ki bugün bu başarısızlık daha bir gün yüzüne çıkmıştır. Sen kendini bilmeyeceksen niye zahmet edip yıllarını boşuna harcıyorsun, ey okula giden kişi?
 
Kendini bilmeyen hiçbir şey bilemez. Öyleyse öncelikle insanımıza kendini bildirecek bir okul kültürünü yeniden kurmak gerekir. Bunun için de öncelikle okulları yeniden inşa etmek acil bir zorunluluktur. Okullu biri okula gitmemiş birinden daha çok kendini tanımıyorsa, bu yapılanların hepsi boşuna bir emek olarak ortada duracaktır. Okul, hayatı öğretirken, önce insanımıza kendini tanıtmayı da misyon olarak belirlemelidir. İnanımıza kendini tanıtmayan okul, insanımıza bir yük olmaktan başka bir anlam taşımayacaktır.
 
Sen kendini bilmezsen, bu nasıl okumaktır? Sahi nasıl okumaktır bu?