Trabzon, Trabzonlular için içerisinde doğup büyünen sıradan bir şehir değildir. Bir sevdadır o, bir aidiyettir.
O yüzden hiçbir şehirlinin ifade etmediği “Bize Her Yer Trabzon” sözü sadece bu şehrin sakinlerince söylenmiş bir sözdür. Şehrin dışında yaşayanların bile rüyalarını Trabzon’da gördüğü bir yerdir burası. O yüzden özlenir, hatıra ve sohbetlerin bir numaralı konusu olur.
Geçen hafta Trabzon’da doğup büyüyen ancak ömrünün geri kalan kısmını başka bir şehirde yaşamak zorunda kalan eğitimci Ahmet Aydın’ın (1951) çocukluğundaki Trabzon’u yazmaya başlamıştık. Bu hafta eski Trabzon’a Aydın’ın şahitliğinde devam ediyoruz.
Ahmet Aydın bizim dahi hatırladığımız bu konuyu şöyle anlatır:
“O yıllarda mevsiminde hamsi bol, yiyicisi azdı. Fazlası kamyonlarla köylere taşınır, fındık bahçelerine gübre olarak dökülürdü. Hele bazı aylar tarlalara dökülen hamsinin çürük kokusu mahalleleri yaşanmaz hale getirirdi. Balığımızı balıkçılık yapan komşularımızdan alırdık. Gerektiğinde el selelerimizi alır, yürüyerek Moloza gider, hamsi veya balığımızla eve dönerdik. Bir keresinde 3 kilo hamsi alıp döndüğümde selenin dibinde kalan yarım kilo hamsiyi görünce şaşırmıştım. Meğer selenin dibi delikmiş, döke döke gelmişim de haberim olmamış.”
ULAŞIM İMKÂNLARI KISITLIYDI
Trabzon eskiden bir ucundan diğer ucuna yürüme gidilen bir şehirdi. Sonra şehir doğuya batıya ve güneye büyümeye başlayınca ilk defa Trabzon Belediyesi 1938 senesinde iki otobüs almış ve şehir içi toplu taşımacılık öyküsü başlamıştır. Bir de Trabzon’dan İran sınırına yapılan toplu seferler vardı ki onlar da 1937 senesinde haftada üç gün olmak üzere yapılırdı. Fakat konumuz bu değil zira şehirde o yıllar otobüs ve dolmuş taksilerin artmasına rağmen, her tarafa dolmuş bulmak mümkün değildi.
Bugün Trabzon’da en kalabalık dolmuş duraklarından biri Fatih-Ayasofya hattıdır. Fakat Aydın hoca diyor ki “Bizim çocukluğumuzda (1960’lı yıllarda) Fatih'ten Meydan’a her zaman dolmuş yoktu. Çoğu zaman mahalleden Trabzon Lisesinin önüne kadar yürür, oradan dolmuş taksilere binerdik. Meydan dönüşünde de bazen gene Trabzon Lisesinin önünde iner, yürürdük mahalleye kadar. Dolmuş Taksiler, genellikle geniş ve rahat Amerikan arabalarıydı. Bayılırdık, konforuna ve yaylanmasına.
Hatırlıyorum,Chevrolet (Şavrole) marka taksiler ne geniş ne rahat arabalardı. Hatta Sigorta hastanesinin önünde geniş bir şavrole taksi 20 sene öncesine kadar orada beklediğini çoğu kimse hatırlar. Bir de Meydan’da Fatih Parkının duvarı boyunca sıralanan şavrole taksiler, ne fiyakalı arabalardı. Ön ve arka koltukları çekyat gibiydi. Onlar piyasadan kalkınca yerlerine uzun yıllar tıkış tıkış oturduğumuz Doğan, Şahin, Toros marka kuş kadar taksiler geldi. Hele bir de öne iki kişi almazlar mıydı neredeyse vitesin üzerinde yolculuk yaptığımız günler olurdu.
KIRK GÜNE GİTMEDİ!
O yıllar Atapark’tan,Yavuz Selim Sahası ve Sigorta Hastanesine kadar olan yerler, parça parça Müslüman Mezarlığı idi.Akşam karanlığında mezarlıktan yalnız geçmeye korkulduğunda gündüz gözüyle geçmeye gayret edilirdi. Mecbur kalınırsa da mezarlık birkaç kişiyle birlikte veya büyüklerle beraber geçilirdi.Ahmet Aydın hoca, Kabak Meydanı’ndan bir gencin gece evine dönerken şimdiki Ticaret Lisesinin yerindeki mezarlıkta korkup, kırk güne gitmeden öldüğünü söylüyor.
Bu “kırk güne gitmem” lafı o yıllarda çok kullanılırdı. Biri, birden bire korktu veya korkutuldu mu hemen elinin başparmağını üst dişlerinin altına koyar ve damak iki defa yukarı kaldırılırdı. Bu esnada istemsizce “Kırk güne gitmem” sözü dudaklardan dökülürdü. Korkutulan çocuğa ise büyükler aynı şeyi çocuğun damağını yukarı kaldırarak yapardı.
Bizim çocukluğumuzun geçtiği 70’li yıllarda bile Gogo, öcü hikâyeleri revaçtaydı. Yaramazlık yapan çocuklar bunlarla korkutulurdu. Hiç unutmam, yaramazlık yaptığımızda rahmetli babaannem hemen Gogo’yu çağırırdı!Gogo’nun geldiğini biz hiç görmedik. Ama işe yarardı, hemen babaannemizin yanına sinerdik. Elli yaşını devirdim ama hala karanlıkta, ıssız yerlerdeürperirim. Kim bilir, belki Gogo hala yaşıyordur.
Bir de o yıllar çocukların babalarından çekindikleri yıllardır. Babalar bugün gibi çocuklarıyla pek yüzgöz olmaz hatta araya müthiş bir mesafe koyarlardı. O yüzden bizim kuşağımızda olanların pek çoğu babalarının kendilerini öpüp kokladığını hatırlamaz. Sevmezler miydi çocuklarını? Sevmez olurlar mı, o nasıl söz! Onlar için her türlü fedakârlığa katlanır fakat şımarmasınlar diye sevdiklerini pek belli etmezlerdi. Bazen rahmetli babama hak vermiyor da değilim…
TAŞLARIN BİLE ADI VARDI
Aydın, şehir merkezinde oturanların,daha çok Ganita’da,Limanda,Ayasofya ve Uzunkum’da denize girdiğini söylüyor.“Ayasofya’nın altındaki siyah kumlu sahilde turistlerle birlikte yüzer, yiyeceklerimizi onlarla paylaşırdık. Denizdeki kayalara bile isim takardık: Büyükkaya,Vapurli,Yaşmaklı,Kınalı, Sofrakaya ve herkesin dalamadığı derinlikteki Küllük-Başkaya kayalarında vakit geçirirdik.Ganita’daki tombul kaya atlama rampamızdı.
Akşamları da çoğunlukla İstanbul'dan gelen assolistleri dinlemek için bizim mahalledeki Çağlayan ve Gül Gazinolarına gelirdik.Gazinoya,ailece şık elbiselerle gelinir,programlar büyük bir olgunlukla izlenirdi.Şehrin büyük sinemalarında özellikle aile matinelerine önem verilir,ciddiyet ve saygınlık seviyesi düşürülmezdi.O günlerin en çok gişe yapan birkaç filmin Trabzon’da çekildiğini söyleyen Aydın, “Kartal Tibet, Tanju Gürsu ve Selda Alkor'un başrol oynadığı filmin Zağnos Deresinde geçen bazı bölümlerini büyük bir merakla seyretme imkânı bulmuştuk” Diyor.
Trabzon’da eskiden delikanlı olup ta sahilde kaya diplerinden sökülen midyeleri teneke üstünde pişirip yemeyen yok gibidir. Bayılırdık bunu yapmaya, hatta turistlerle beraber yediğimizde olurdu diyor hoca.Bir de eskiden Ayasofya'ya daha çok turist geldiğini söylüyor. Ayrıca mübadelede Yunanistan’a göçen ve Türkçe konuşan yaşlı insanlar gelirdi.Bizimle konuşmaya bayılırdı hepsi, diyor.
Sonra Ayasofya'ya gelen arabalı turistlerin arabalarına biner,onları Atatürk'ün Köşküne,Yeni Cuma ve Ortahisar’daki Camilere,Santa Maria İtalyan Kilisesine,Boztepe'ye götürür,fırsattan istifade arabayla gezerdik.Hoşumuza giderdi.Sonra da bizi Meydan'da bıraktıkları halde,bundan pişmanlık duymazdık.Gönüllüydük yani. Bazen limana gider,Mendirekte olta ile balık tutar, yüzerdik.Yürüme gidip dönüyor,ekmek arası helva ile akşama kadar idare ediyorduk.
DEVAM EDECEK