Geçen iki haftada Trabzon’da doğup büyüyen ancak Antalya’da yaşamını sürdüren emekli eğitim neferi Ahmet Aydın hocamızın  çocukluğunun geçtiği 1960’lı yılların Trabzon’unu yine onun şahitliğinde anlatmaya çalıştık.  Bu hafta da devam ediyoruz. Ahmet Aydın o yıllarda çok revaçta olan gemi yolculuklarını şöyle anlatır:

“Akdeniz, Ege ve Karadeniz adlı yolcu gemileriyle Trabzon’dan deniz yoluyla 2 gün 2 gecede İstanbul’a gidilirdi. Cuma 14.00'te yola çıkılır, Pazar Günü saat 12.00'lerde Karaköy Limanında olunurdu. Başlangıcı, uğurlaması ve karşılamaları ile keyifli hatıralar biriktiren yolculuklardı. Bazen gemi tutmasına uğrar üzülür, bazen de Sinop'tan sonra gemiyle yarışan yunusları seyreder, keyiflenirdik. Bir seferinde bilen birisinden; Kaptanların açık denizde gemisiyle yarışan yunuslara rastladıklarında, hızlarını bilerek azalttıklarını, böylelikle yunusların yarışı kaybettiklerini düşünerek strese girip intihar etmelerinin önüne geçtiklerini anlatmıştı. Çok ilginçti. Çünkü yunuslar çok akıllı ve yoğun duygulu balıklardı.” 

00E9A904 Fe02 4C98 8350 7D9170E5B0Ef
 Limana yanaşan Vapur ve karşılayanlar (1950’li yıllar)

Trabzon çok ulaşım sıkıntısı çekmiş bir şehirdir, dersek şaşırmayın. Nitekim daha önce de yazmıştık.Bu şehirde bir yerden bir yere gitmek ömür törpüsüydü. Yani en büyük problemimiz yolsuzluktu! İnsanlar, o dönemde kışın kara yolu kapanan deniz yolu da denizin usluluğuna bağlanan bir şehirde yaşıyorlardı.

ÇAYI TANIMIYORDUK

 Aydın hoca devam eder ve 1960’lı yıllarda Trabzon’da yapılan etkinlikler ile ilgili şu bilgileri verir: “Mahallenin en geniş arazisinde ekilen tütün için baba dostlarımıza tütün işçiliğine gider, tütün damlarında bedava tütün dizer, vagon sürerdik. Arkadaşlarımızla guruplar kurar, Rize'de baba dostlarımızın bahçelerinde çay, Beşikdüzü'nde de fındık toplamaya giderdik. Fındığı biliyorduk da çayı tanımıyorduk. Ağaç mıdır, ot mudur bilmiyorduk. İlk defa göreceğimiz için çok heyecanlanmıştık. O zamanlar Google Amca olmadığından, giriş yapıp çayı göremiyorduk.”
Ee3516B4 Fc70 4933 89A5 Ed0Fb9Efe63B
Fatih Mahallesi Ballıca Sokak 1991

Bu satırların yazarı 1983 senesinde taşındığı Fatih Mahallesi’nde rahmetli Osman Öztürk amcanın ve Fazile (Ağan) teyzenin tütün damlarını hatırlar.  O yıllarda mahallede tütün yapılmıyorsa da damlar yerinde durmaktaydı. Etrafları apartman blokları ile çevrili çevresi ahşap, çatısı teneke kaplı damlar, bulundukları arsaya bina yapılıncaya kadar hayatlarını sürdürdüler. Sonra yerle yeksan oldular. 

KÖY VE KENTİ BİRLİKTE YAŞADIK

Fatih Mahallesi’nin Ballıca Sokak denilen bu bölümünde 1991’e kadar köy ile kent yaşamı birlikte sürerdi. Bir tarafta Aydeniz blokları, açıktan akan Ballıca Deresi, yukarıda Maliye blokları, Vadi Apartmanları ve Ballıca sokağı girişinde yıllara meydan okuyan Osman amcanın çocuklarının bulunduğu iki katlı 4 müstakil ev. Takır-tukur bir patika yoldan bu evlerin önünden geçer apartman bloklarının bulunduğu sokağa gelinirdi. Apartman blokları ve köy tipi evler 10-15 sene birlikte yaşadılar.
 
Çok ilginçtir, bu mahallede apartmanlara tıkış tıkış tıkılanlar birbirlerini tanımazken herkes bu köy tipi evlerde oturanları tanır, onlar da apartmanda oturanları bilirdiler. Konutlar birbirine yaklaştıkça nasıl uzaklaşılıyor, evler uzaklaştıkça nasıl yakınlaşılıyor hala anlamam. 

18 yaşımda elimde bavul okumak için İzmir yollarına düştüğümde o zaman için çok yüksek zannettiğimiz beş katlı apartman bloklarının önünden geçerken pek kimseyle selamlaşmazken, bu köy tipi evlerin önünden geçerken hatır gönül sormadan geçemezdiniz. Bir kere Fethiye teyze ile Fazile teyze mutlaka evlerinin önünde ya da bahçelerinde olurlardı. Birisi “Güle güle yengen güzeli”diğeri “Güle güle uşuğum” demeden oradan geçemezdiniz. Şimdilerde asansörde karşılaştıklarınız ile selamlaşamıyorsunuz bile.

MUHAMMET ALİ’NİN BOKS MAÇLARI

O yıllarda televizyonun siyah beyazı vardı, o da her evde bulunmazdı. 70’lerde çocuk olan bizler televizyon olan evlerde toplanırdık ama Aydın hocanın yaşdaşları televizyon görmek için kilometrelerce yol yürürlerdi. Nitekim Muhammet Ali'nin boks maçlarını ve Dünya Kupası maçlarını canlı seyretmek için sabahın dördünde kalkıp ayarlanan taksilerle 50 km uzağa, Beşikdüzü'ne gittiklerini söylüyor.

 “Yine Soğuk Savaş Döneminin Dünya’yı kavurduğu yıllarda, Sovyetler Birliğine bağlı Demir Perde ülkelerinin futbol takımlarının Dünya’ya kök söktürdüğü günleri yaşadık. Gidişimiz uykulu, dönüşümüz ise Muhammet Ali rakiplerini sürekli yendiği için keyifli olurdu. Avni Aker'de Rus takımıyla(Dinamo'ların biriydi galiba) maç yapılacağını duyduğumuzda nasıl da heyecanlanmıştık. Maç için değildi heyecanımız, Rusları merak ediyorduk. Nasıl insanlardı acaba, diye meraktaydık.”

1970’li yıllarda her evde TV yoktu, bizim ilk gençlik yıllarımızın geçtiği 80’lerde de her evde TV vardı ama video yoktu. Mahalledeki köy tipi evlerden Kemal amcanın (Öztürk) evinde video vardı, bazı zamanlar orada toplanır Ferdi Tayfur’un filmlerini izlerdik. O evlerde başka bir bereket başka bir samimiyet vardı.

KAYANIN YAMACINDA HZ ALİ’NİN ATININ AYAK İZİ!

Cf19C868 E882 4191 950A 382E4E3Ef7C0
Tezveren Dede’nin mezarında dua okuyan kadınlar (1950’li yıllar)

Batıl inançlar eskiden daha mı çoktu nedir bilinmez. Ama Aydın hocanın anlattığı duyulmamış cinsten: “Pazara her gidişte "ziyarettir" diye eski Valilik binasının karşısından denize doğru inildiğinde, rampanın sağında, kayanın dibinden sızan suyla yüzümüzü yıkar, Tezveren Babanın mezarına dualar okurduk. O moralle de işimize giderdik. Dibinden şifalı olduğuna inanılan su çıkan kayanın yamacında, Hz. Ali'nin atının ayak izi olduğu söylenirdi. Efsaneydi. Ama biz o nal izini hayatımız boyunca hiçbir zaman göremedik.” 

Adı Tezveren Dede mi yoksa Tezveren Baba mı? Bilmiyoruz. Mezarını yaptıranlar da bilmiyor olmalı ki duvarda “Dede”, mezar başlığında “Baba” yazıyor. 1871 tarihli Osmanlı Salnamesinde Trabzon’da Bulunan Büyük Makamlar başlığı altında verilen bilgiye göre Boztepe’de Ahi Evran Dede ismiyle bir ziyaretgâh mahalli olduğu, buna benzer üç beş mevkide bu gibi makamlar var ise de isimlerinin bilinemediği belirtiliyor. Yani Tezveren dedenin ismi bilinmiyor. Fakat eskilerimizin buradan Fatiha okumadan geçmediklerini biliyoruz.

Ancak ismini Tezveren koymuşlar diye kabirde yatandan bir şey istemenin İslam inancına göre şirk olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Hani Fatiha suresinde “Yalnızca sana kulluk eder, yalnızca senden medet umarız” diyor ya o yüzden.

SPORA DÜŞKÜNDÜK
24701022 A656 4507 913B E76055A665B1
Bir zamanlar Avni Aker Stadyumu. (Ağaçların üzerindekiler kuş değil, insan)

Aydın Hoca “Spora düşkündük” diyor. Ancak düşkünlüğümüz spor yapmaya değil daha çok seyretmeyeydi. Nitekim o günleri hoca şöyle anlatır:

“Avni Aker'de çoğunlukla zengin,  okumuş gençlerin yarıştığı atletizm yarışlarını seyrederdik. Ünlü Müdür Adil Teoman zamanında Trabzon Lisesi Orta Kısmına kaydolduktan sonra, Trabzon Lisesinin bahçesinde, Trabzonspor'un ve Türk Milli Takımının gelecekteki yıldızları olacak olan komşu mahallenin çocukları ve bazıları sınıf arkadaşlarımız olan Şenol, Turgay, Necati, Ali Kemal, Takoz Cemil, Serdar, Bekir, rahmetli Şakir Bali (daha sonra sınıf arkadaşımız rahmetli Kadir) gibi futbolcuların çocukluk, gençlik ve futbolculuk yıllarını gördük, hızlı ve başarılı yükselişlerine şahitlik ettik.

Çocukluğumuzda Trabzon’da futbolun yanı sıra yüzme, güreş, atletizm ve boks, herkesin ilgi duyduğu spor dallarıydı. Sporun kadın, erkek meraklı birçok seyircisi vardı.  Kapotaj-Denizcilik Bayramındaki yüzme ve yağlı direkten bayrak kapma yarışlarında büyük heyecan yaşanır, izdiham olurdu.

Futbol merakı bize neler yaptırmadı ki bazen Sanat Okulu’nun çam ağaçlarına tırmanıp bazen de askeriyenin tepelerinden Trabzonspor'un maçlarını izlerdik. Çıkmayalım diye çam ağaçlarına boydan boya katran sürülür, bekçi konurdu. Gene de çıkardık”
0Ac724B6 8B47 4518 9556 560F5C4193A0
Bir maç günü Avni Aker Stadyumu

BALIKLAR KARAYA VURURDU

1950 ve 60’lı yıllarda Trabzon’da çocukların başka eğlenceleri de vardı elbet. Bakalım Ahmet Aydın bunları nasıl anlatmış:

“Trabzon Lisesinin yanındaki bisikletçiden bisiklet kiralar, saatlerce binerdik. Bazen Akçaabat’a kadar gidip dönerdik. Kabak Meydanı’nda kurulan cambazhanede, Lisenin önündeki Bayram yerinde ve Atapark’taki çadır tiyatrolarına gider, halka atar,  Lunaparkta salıncaklarda sallanırdık. 

Ayasofya sahilinde yunusların saldırısından kaçan balıkları kasalarla toplar, eve götürürdük. Buna "balığın karaya vurması" diyorduk. Sahilde, Mendirekte rahatlıkla olta ile balık tutardık. Karaya vuran yaralı yunusların, ölmeden önce acı çeken insanlar gibi garip sesler çıkardığını, günlerce inlediğini görüyor ve o günlerde eve ağlamaklı, keyifsiz dönerdik.