
Düşünürsek, yalnızca kendi olanaklarıyla yetinen ozan çok azdır bizde. Daha çok deneyler vardır; katkısız bir yaşamdan gelen sahihlik ve bu sahihliğin pekiştirilmesi yerine, başka başka yaşam biçimlerine öykünme vardır. Gene de bu deney bolluğunun şiirimizi çeşitlendirmek bakımından yararlı olduğunu söyleyenler çıkabilir. Ama şunu da unutmamalı ki, çeşitlenmenin, ozan sayısıyla oranlı olarak değil de, tek tek ozanlarda incelenmesi, çoğu kez en güçlü kişilikleri bile tehlikeye düşürmüştür. Kısacası, kuramın yaşamda birleşerek yarattığı gerçek şiir alanı, Fethi Naci'nin deyişiyle, tümdengelimle tümevarımın çakıştığı nokta, bir iki ozan ayrı tutulursa hiç denenmemiş bir "Çorak Ülke" gibi cansız, yaşamsız kalakalmıştır. Öyleyse şiirin yapısında, şiirin dokusunda bilinçli, özgün vurucu bir düşünce-yaşam birliğinin yer alması gerekiyor. Burdan da araştırıcı, eytişimsel bir sıçrama... Dışavurumcu bir düzanlatım... Aruza, heceye, genel olarak da mısraya sığıdırılmaya çalışılan şiirin, yerelliğe, yerellikten doğacak bir bütünselliğe, bir evrenselliğe yerleştirilmesi. Oysa biz mısraya göre yaşıyoruz hâlâ.
Mısra sanki bir yaşama biçimi, aşılması olmayan bir nesne. Nedeni ortada bunun: Halk; saraya, tek elden yönetime, yazgıya inanırken, bu arada bir üst-ayıp kurumu olan şiire de inanmazlık edemezdi. Ama hangi şiire? Yukardan gelen, hiçbir şey söylememeyi görkemle dile getiren, soyluluk gösterisi, mısracı şiire... Bugün bile, çok şey değişmiş değil. Geleneğe saygı yüzünden, belki de hep aynı çıkmazlarda dolaşıp duruyoruz. Kim bilir, belki de koşullar değişmedi ya da koşulları zorlayan, güçlü kişiler çıkmadı. Yeni bir akımın öncüsü olan Orhan Veli bile, halkın beğenisini alıp, onun toplumsal ekonomik gerçeklerini şiir dışı ederken, şiirin öz sorunlarına ne denli yabancı kaldığını, hiç değilse her şeyden bağımsız bir şiir düşünmekle ne denli yanıldığını ortaya koyalı kaç yıl geçti aradan?
İşte her söylediğim şiir diye söyleyen, adı ustaya çıkan, gerçekte çelişmeler ustası Cahit Sıtkı nerede? Ya Cahit Külebi? Acaba Yeşeren Otlar'daki gizemciliğine hangi deneylerden geçtikten sona varabildi? Hiçbir deneyden! Çünkü o, eskiden de bir görüş bütünlüğüne varamamıştı. Örnek mi? İşte kadınları övdüğü kısa bir şiirden son iki satır: "Ben yine insanlığı severim / Bütün kadınlardan ziyade." Kadınları insanlık dışı tutan kof ve yanlış bir toplumculuktan başka nedir ki bu? Ayrıca şiirimizin bugünkü dengesizliği, bugünkü bunluğu da, hep bu mısracı tutumun kılık değiştirmesinde aranmalıdır. Yukarda da belirttiğimiz gibi, değişmesi gereken, bir bakıma değişmekte olan şiire, yeni bir ölçü bulmak zorundaysak, bu hiç şüphesiz us dışı bir ölçü olmayacaktır. Bunun için de alışkanlıklarımızı yenmemiz, eskimiş mantık kurallarından kurtulmamız gerekir. Çünkü ussal bir coşku olan şiiri, ancak usun ölümsüzlüğüyle denetleyebiliriz. Usun ölümsüzlüğü ise, onun durmadan değişmesi, durmadan yenilenmesi, kuşak kuşak, çağ çağ bir gelişmeye, bir yüceliğe aracılık etmesidir. Şiiri, tarihsel toplumsal koşularından soyutlamayı düşünmedikçe, mısra da işlevini yitirmiş sayılır. (Edip Cansever)
15 TEMMUZ

Bursa, Edirne derken İstanbul’u alarak.
Ülkenin güzel kalbi, Ankarayı yaparak.
Atar bütün damarlar, etrafa can saçarak.
On beş Temmuz akşamı, gelir ayak sesleri.
Yıkılmaz bir kalem var, yakmıştık fenerleri.
Bunlar yabancı değil, bizim ev hanedendi,
Tanklar, barikat yolda, ders almamışlar belli.
Öfkeler bileklenmiş intikam, makamlar da
Hesaplanmadı halkı; yenilmez devletim var.
Sanmayın semalarda, hainler cezalarda,
Hatanın bedeli de isimsiz mezarlarda.
Zifiri karanlığında, parladı bir Ay gibi.
Ayağa kalktı reis, ok fırlatmış yay gibi.
Halkına gür seslendi, direndi büyük lider.
Bombalanıyor meclis, Vekiller aslan gibi
Gecenin bir vaktinde, ay hilal şeklinde.
Can havliyle savaşır, ülkesinin derdinde.
Selalar yükseliyor, alana inin diyor.
İnsanlar vatan için, hep seferber oluyor.
Muhteşem Süleyman’ım, dirayetli duruyor.
Canını siper etmiş, TRT’ye yürüyor.
Trabzonluyuz biz, her yerde varız diyor.
Reisin sağ koludur, makamda yükseliyor.
İki yüz altmış yıldız, sanki gökten indiler.
Erol, Tayip Olçaklar, Ömer Halis Demirler.
İlhan, Salih Alışkan, Sedat Kaplan. Meriçler.
Okusam adlarını hepsi, buradayım der.
Ayşe, Zeynep, Demet, Gülşah, Şerife bacılar.
Arkasında bebeği, anne diye ağlarlar.
Evlerinde ışıksız, aşsız nasıl yatarlar.
On beş temmuz gününde şehitleri anarlar.
Her biri bir dünya, hepsi şimdi aynı yerde.
Yükseldi şühedalar, başları minberlerde.
Evlerin de bir Bayrak, şehitlerim dönmezler.
Onları arş-ı alada, aşağıya inmezler.
Şahadet şerbet içti, nice can yiğitleri.
Demirdendi yüreği, gencecik bedenleri.
Şehitlerim ölmezler, güzeldir çehreleri,
Her hanede bir matem, yastadır anneleri.
Bağımsız hür yaşamışız, sevgisi hazzı başka.
Direnişte coşkulu, insanlar var her yaşta.
Seksen yaşında dedem, coşuyordu bir aşkla.
Bayrağını istedim, ele vermem ben asla.
Özlemem seni Temmuz, bıraktın acı sızı.
Dalgalanır bayrağın, taşıyor oğlu, kızı.
Direnişte ürperdi, unutmazlar o yazı.
Temmuz’un ortasında, esen soğuk ayazı.
Vatanımı, bayrağımı ben, göklerden almam ki
Arpayı, samanı ben, buğdayıma katmam ki
Dost bildiklerim bana, düşman kesilse bile
Bu güzel yurdumu ben, hiç kimseye satmam ki… Asiye GÜNEŞ
Sabahın Seher Vaktinde
BeğenAntolojimYorumlarPaylaşTweetlePaylaş
Yüzünün öptüğüm yanı artık çekimser kalamaz
Binlerce bayrakla açılmış yürüyor
En önde gideni tanıyorum
Beyazıt'ta görmüştüm
Bir daha padişah geçemez bu sokaktan
Düzme mahkemeler kurulamaz.
Seninle sarılıp sabahlara kadar uyumamışız
Bir cumartesi pazar olmuş kolların arasında
Kolların arasında bıçağı duymuyorum
Yan yana kenarında pencerenin
Sen taşını eteğinde taşımışsın her sabah
Ben ellerimde taşımışım her akşam.
Çocuğumuza bakıyoruz
Evimize bakıyoruz
Dünyaya bakıyoruz
Bütün sarılı kollar arasında
Güllerin gelinciğin arasında
Yüzünün öptüğüm yarısında
Kötüye geçit yok
Buğday tarlaları çiğnenemez bir daha
Nükleer denemeler yasak… Berin Taşan
Zılgıtı Zanlı Duldalar
/aynaya bak/a/mayanların gözlerindeki gün/ahlar
yıldızların avuçlarında kanar.../
iliklerime dek giyinirken figânımı
gülüşümün yüreğimden firar edeceğini
fısıldamamıştı zaman
şimdi
içimdeki çocuğun buğulu gözlerinden içiyorum
ömrüme akan hüznün
ateşe teslim kıvranışını
inleyişimin zirvesindeyken
acı çeken yanım
yaşam ile gerdeğe giriyor
sessizce!
usulca dokunuyor dilimin ucuna
hicran çığlığının cesur saltanatı
âsâsını arayan toprak
yitirdiğim her kelimenin eteğine tutunuyor
acı bir nağmenin eşliğinde
gölgem d/üşüyor
yıldızlar uzak artık otağıma
ardında bıraktığı emanet
genzime batan şafak mızrağı
sorgu söküğüne attığım her ilmek
silinemeyen izlerin kabuğundaki inkâr
ve
göğün alnına düşüyor
yalnızlığın iflah olmayan tetiği
ah zavallı kalbim
ıssız kalabalığın sancısında küsmelerim
/t/uzağın patikası köreltilmiş nefesinde
yankılanır yaşamın ucu kertilmiş cephesi/
güneşi saçlarıma ekenlerin ellerinden
gece yağıyor benliğime
ruhum
en bâkir kaçışların zılgıtı zanlı duldasında
yüreğimin ellerini bırakan şehrime
rüzgârın ateş_i sırrını ektim
serkeş bir öfkenin zulasına siper oldu
katledilen düşlerimin kutsandığı mâbet
şimdi
aynasına sığmayan mor heybem
yarınsız düşlerimi emziriyor
usul usul!
ah… sonsuzluğun dergâhına bıraktığım güller
masumiyetimin kanına girdi imecesi yanık türküler…Mehtap Altan
Kadın
Düşümde kahrımla kuru ayazdım
Sesiyle kahrımı dindiren kadın
Nice sabahlarda aldım kalemi
Sandım her satırı boşuna yazdım
Geceden başladı gözlerin nemi
Sabaha çıkmadı gözümde tadın
Düşümde kahrımla kuru ayazdım
Düşümde ruhumu kandıran kadın
Tek dizeye sekiz sayfa harcadım
Aklımı siyaha hapsetti adın
Durmadan çağladım gözüm selini
Sandım her katreyi boşa harcadım
Karanlık kalemin büktü belini
Işıklar nafile / hasretti adın
Tek dizeye sekiz sayfa harcadım
Önümde hayali lal duran kadın
Siyahtı bakmaya hiç doyamadım
Görünce başımı döndüren kadın
Yırttım sayfaları kalemi kırdım
Çünkü kıydı sana ben kıyamadım
Uzandı ellerim ıslanıp durdum
Kışımda yağmuru dindiren kadın
Siyahtı bakmaya hiç doyamadım
Gözleri annemi andıran kadın…Mahmut Güneş Gökşenli
Servet SELVİ
Editör: TE Bilisim