İlkokulda öğrenci iken ilkokul öğretmeni olma hayalim vardı. Ortaokula giderken de ortaokul öğretmeni olmak istiyordum. Lisede kafam karıştı. Sınıfın iyileri(!) mutlaka fen kolu seçmeliydi; ben de fen kolunu seçtim. Liseyi fen kolunda okuyarak liseden mezun oldum.
Liseyi bitirdikten sonra dönüp arkaya baktım. Ne gördüm? Hiçbir şey görmedim. Doğru dürüst bir kitap okumamış, bir dilekçe yazmaktan aciz biri olup çıktım. Oturdum, kendi kendimi sorguladım. Herhangi bir profesyonel yardım almaksızın fen kolunu seçen biri olarak kendimi çok büyük bir boşlukta hissettim. O saatten sonra kitap okumaya başladım ve kitap okumayı bir hobi haline getirdim. Bu arada yüksekokulu fen alanında değil de edebiyat alanında yapmam gerektiğine kendi kendime karar verdim. Trabzon’dan başka bir şehre gitme şansım hiç yoktu. Onun için Trabzon’da öğretmen yetiştiren bir okul olan Fatih Eğitim Enstitüsünün Türkçe Bölümünü düşündüm. Liseyi bitirdikten sonra içine düşmüş olduğum boşluk iki yıl sürdü. Nihayet 1974-75 Eğitim-Öğretim yılında sözü edilen bölümü kazanarak kaydımı yaptım. Artık öğretmen olacaktım. O günden itibaren kendimi hep öğretmen gördüm. Neyi sevdiğimi bilmiyordum ama meslek olarak seçtiğim öğretmenliği sevmeye başlamıştım. Evlilikle ilgili söylenen bir atasözü “Sevdiğinizi alamazsanız, aldığınızı seversiniz,” diyordu. Bu atasözü benim yolumu açmıştı. Öğretmenliği sevmeyi öğrenmenin yanında, öğretmenlerimin tutum ve davranışlarını “iyi öğretmen” olmak için taklit etmeye çalıştım. Bu bağlamda rahmetli A. Hilmi İmamoğlu, Abdullah Çolak, Bener Cordan, Rasim Şimşek, Ahmet Gürsoy ve Ahmet Kukul hocalarımı değişik yönlerden rol model aldığımı söylemem lazım.
Bu okul Milli Eğitim Bakanlığına bağlı önlisans düzeyinde bir okuldu. Okul müdürü Bener Cordan’ın şu sözünü hiç unutmadım: Bir öğretmen hem iyi öğretmen hem iyi yönetici olamaz! Bu söz akademik çalışmalarımda bana ışık tutmuştur.
Bakanlığa bağlı olduğu için buradan mezun olanlar hemen atanabiliyordu. Nitekim ben de 1977-1978 Eğitim-Öğretim yılının ekim ayında Stajyer Türkçe öğretmeni olarak Çaykara İmam-Hatip Lisesinde göreve başladım. Öğretmenlik mesleğini öğrenci olduğum okuldaki “öğretmenlik ruhundan” sevdim. Özellikle yukarıda adlarını verdiğim hocalarımın davranışları ve söylemleri benim öğretmenliği sevmeme ve iyi bir öğretmen olmama katkı yapmıştır. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bir yüksekokul olan Fatih Eğitim Enstitüsü hatırı sayılı bir öğretmen yetiştiren okul olarak kendini kabul ettirmişti. Bu okuldan mezun olup öğretmenlik yapmak, kişiye saygınlık kazandırıyordu. Ben de kendimi bu okuldan öğretmen olarak mezun olmuş saygın bir kişi gibi değerlendiriyordum.
İlk görev yerim yeni açılmış Çaykara imam-hatip lisesi idi. Bu okul daha önceleri ilkokul ve ortaokul olarak kullanılmış eski bir bina idi. Okul ilçenin içinde değil, Çaykara’nın Kadohor mahallesinde idi. Çaykara ilçe merkezi ile bu mahalle arasında epeyi bir mesafe vardı. Okul kömürlü soba ile ısıtılıyordu. Okulun kömürünü Halim Baltacı amca at ile taşıyordu. Tabi öğrenciler de bu işte güçlerini göstermek zorundaydılar.
Çaykara’da bir imam-hatip lisesinin eğitim öğretime açılması büyük bir işti. Bu okuldaki öğrencilerin çoğu Kur’an Kursları’ nda eğitim almış olduklarından yaşları benim yaşıma yakındı. Okulda otoritemi tesis edebilmem için ilk aklıma gelen şey, bıyık bırakmak oldu. O dönemde öğrencilerden farklı olabilmem için bıraktığım bıyıkları, sadece askere gittiğim zaman kesmiştim.
Bu okulda ilk dersim sosyal bilgiler dersi idi. İlk dersin zorluğunu öğretmenler çok iyi bilirler. Öğretmenlik öğrenirken ilk derste nasıl davranılması gerektiğini bana kimse öğretmemişti, maalesef. Bu okuldaki öğrencilerin durumlarından dolayı, buradaki ilk öğretmenlik deneyimim daha zor olmuştu. İlk dersimiz sosyal bilgiler, ikinci ders Türkçe. Öğrencilerin yaş ve olgunluk seviyeleri yeni bir öğretmen olarak beni endişelendiriyordu. Öğrencilerin çoğunun ailelerini tanıyor olmam, işimi daha da zorlaştırmaktaydı. Ama bütün bu zorlukları öğretmenliği severek, öğrencilerle sağlıklı bir iletişim kurarak yenmeye çalışıyordum; başardım.