Trabzon’da doğup da il dışında yaşamlarını geçirmek durumunda olanların ortak bir özelliği de Trabzon’u bir türlü unutamamalarıdır.

Şehir dışında yaşayıp da rüyalarını Trabzon’da gören kim bilir ne çok insanımız var. Hele çocukluklarını Trabzon’da yaşayanlar için hatıralar ne kıymetlidir. Bugün Trabzon’da çocuk olmakla başka bir şehirde çocuk olmak aşağı yukarı aynı şeye tekabül eder.

Çünkü küreselleşme olgusu neredeyse bütün kültürleri yerle yeksan edip hepsini ortak bir potada eritme yolunda hızla ilerliyor. Şehirleri, kültürleri diğerinden ayıt eden yani alametifarikaları da bu süreçlerde tek tek yok oluyor.

Ancak eskiden öyle miydi? Trabzon’da çocuk olmak başka bir şeydi. Ancak bunu en iyi anlatabilecek olanlar çocukluğu Trabzon’da geçmiş belli bir yaşın üzerindekilerdir. Nitekim Trabzon’da doğup, büyüyen ancak başka bir şehre yerleşip orada yaşayan fakat bu şehri bir türlü unutamayan aydınlarımızdan biri Ahmet Aydın’dır.

 Eğitimci Ahmet Aydın  (1951) çocukluğundaki Trabzon’u anlatıyor

1950’li yıllarda çocukluğu Erdoğdu ve Fatih (Ayasofya) Mahallelerinde geçen ve bugün Antalya’da yaşamını sürdüren emekli bir eğitim neferi olan Aydın ile çocukluğundaki Trabzon hatıralarını konuşuyoruz. 50-60 sene önce Trabzon nasıl bir şehirdi. Trabzon’da çocuk olmak nasıl bir şeye tekabül ederdi, merak ediyoruz.

Bir zamanlar Ayasoya-Fatih Mahallesi

Ahmet Aydın hoca, “1950’li yıllarda mahallemizde kız veya erkek tüm çocuklar okurdu. İlkokuldan sonra okumayanlar, mutlaka bir işte çalışırdı. Lisede, üniversitede okuyan abilerimize ve ablalarımıza müthiş saygı duyardık. Trabzon dışında okuyanların tatillerde mahalleye dönüşleri muhteşem olurdu ya da bize öyle gelirdi” diyor.

O yıllar aslında insanımızın fakir ama gönlü zengin olduğu yıllardır. İki hafta önceki “Trabzon’dan Haykırışlar” başlıklı yazımızdan hatırlanacağı üzere “Komşu demek aileden biri demekti.” Emekli öğretmen Ahmet Aydın, o günleri anlatırken “Komşularımızın zengini vardı, yoksulu, çiftçisi, esnafı, balıkçısı, inşaatçısı veya tüccarı vardı, işsizi yoktu. Konakta oturanla, eski evinde oturan sade vatandaş arasında seviyeli ve saygı duyulacak bir komşuluk ilişkisi olurdu. İyi günde, kötü günde birliktelik ruhu ön plandaydı” diyor.

İŞSİZİ OLMAYAN ŞEHİR!

Zengini olan, fakiri olan ancak işsizi olmayan bir şehir! Çünkü herkes bir işle uğraşmak, okumayanlar bir sanatkârın yanına çırak olarak girmek zorundaydı. Bugün birçok meslek erbabının “Çırak bulamıyoruz, bu mesleğin geleceği yok” demesine inat, o günler çırak bulmanın kolay olduğu yıllardı. Öyle devletten arazi parası, yaşlılık aylığı, evde bakım parası gibi paralar gelmez, emekli maaşı alanlar bile parmakla gösterilirdi. O yüzden iyi kötü bir yerde çalışmak zorundaydı herkes.

1950’li yıllarda çocuk olanların en çok hatırladıkları şey, Amerikan Marşall yardımlarıydı. Zira İlkokullarda çocuklarAmerikan süt tozundan yapılmış sütü içmek zorundaydılar. Aydın Hoca “Kokusundan bayılması gelen ve asla içmeyen arkadaşlarımız çoktu” diyor.

Bir de o yıllar her senenin belli dönemlerinde okullara gelen aşıcıların öğrencilerin korkulu rüyası olduğu yıllardı. Aydın hoca “Kaçanlar, bayılanlar varken, korkmadan bütün aşılarımı vuruldum. Habersiz gelen aşıcıların şerrinden (!) kurtulmak için, son anda tek katlı okulun penceresinden atlayıp kaçan arkadaşlarımız vardı” deyince 40 yıl öncesine kendi çocukluğuma döndüm. Zira o kaçanlardan biri de bendim. Ama hangi aşıdan kaçmıştım onu hatırlamıyorum.

DARAĞAÇLARI MEYDAN’DA KURULURDU

Meydan’daki çınar ağacı ve arkasında yıkılan İskenderpaşa Medresesi. İdamlar genellikle burada yapılırdı

Yine o yıllar canilerin idamla cezalandırıldığı yıllardır. Aydın hoca, idamlık suçluların sabaha karşı Meydan’da halka açık alanda kurulan darağaçlarında infaz edildiğini söyleyerek “İdamları seyretmek isteyenler, erken saatte Meydan'da toplanırdı. Gitmek istediğim halde babam kendisi gider, beni götürmezdi. İdamlardan sonra asılanların hayat hikâyeleri yıl boyunca halk içinde anlatılır, efsaneye dönüşürdü”diyor.

Cinayet işleyenin cezası idam olduğu halde yine cinayetlerin işlenmesinin, cezanın büyüklüğünün suçun önlenmesinin garantisi olmadığını gösteriyor. Kötüyü kötülüğünden vazgeçirecek daha ne yapılabilir ki?

Aydın hoca ilkokul son sınıfta iken Değirmendere’deki Çimento Fabrikasının 1965 yılındaki temel atma törenine alkışçı olarak götürüldüklerini söyler.“ Otobüse bindiğimiz için ne de çok sevinmiştik. Fabrikanın yerinin yanlışlığı, Trabzon’da çok tartışılmış ama sonuçta siyasetin dediği olmuş ve uzun yıllar Trabzon’un nefesini kesecek olan fabrika, inadına şehrin en güzel yerine, denizin kenarına kurulmuştu” der. Gerçekten bin bir umutla temeli atılan çimento fabrikası senelerce Trabzon’un karabasanı olmuş, verilen sözlerin hiç birisi tutulmamıştır.  Aydın hoca o yıllarda çocukların oyunları ile ilgili ise şu bilgileri verir:

Çimento fabrikası

KARA TURPTANFUTBOL TOPU YAPILIRDI

Bugünkü Kanuni Anadolu Lisesi bahçesinde top oynayan çocuklar

“Bezden ve kara turptan yaptığımız toplarla Ayasofya Kilisesinin çayırında maç yapardık. Büyük kara turpu güneşte bekletir, yumuşatırdık. Sünger gibi yumuşar, kauçuk gibi esner ve parçalanmazdı. Futbol topunu nerden bulacaktık? Daha sonra plastik çizgili toplar çıktı. İki tane alır, birini ortadan yarıya kadar yarar, diğerinin üstüne geçirirdik. Böylelikle ağırlaşan topun, hem kontrolü kolaylaşırdı ve hem de gücümüz oranında hızlı giderdi. Böyle bir topun çilesini en çok kaleciler çekerdi. Ellerihaşlanırdı.”

Bu kara turptan yapılan topları 1970’lerden sonra çocuk olanlar hatırlamaz. Zira çizgili plastik toplar bizim zamanımızda artık yaygın haldeydi. Ancak Aydın hocanın dediği gibi çok hafif olduklarından topu bir türlü kontrol edemezdik. Hele rüzgârlı havada... Bir de çabucak patlar tüm hevesimizi kursağımızda bırakırdı. Daha kalın plastikten imal edilen sağlam toplar vardı ancak onu alacak parayı bulamazdık.

“O yıllarda büyüklerimize göre bizim için kötü sayılan alışkanlık, futbol oynamak ve Teksas-Tommiks okumaktı. Her ikisini yaparken yakalandığımızda kitaplar yırtılır, oyundan çıkarılır ve herkesin yanında azar işitirdik.” Teksas-Tommik’si yeni nesil bilmez. Kovboy filmlerinin çizgi romanlarını okumak neden zararlı görülürdü anlamazdık. Sonra neden futbol oynamamız istenmezdi? Çünkü futbol o yıllarda ya okulun bahçesinde ya da cadde ve sokaklarda oynanırdı. Cam kırmak vakayı adiyedendi.

Yeşiltepe’den Sigorta hastanesine bakış

DOKTORA DEĞİL KIRIKÇIYA GİDİLİRDİ

Sonra o yıllar kol kırılınca doktora değil kırıkçıya gidildiği günlerdi. Eskiden her şehirde çok meşhur kırıkcı ve çıkıkçılar vardı. Onlar bayağı anlardı bu işten! Bu satırların yazarı da çocukluğunda iki defa kırıkçıya götürüldüğünü hatırlar. Aydın hoca 1950’li yıllarda kendisinin yaşadığı kırıkçı macerasını şöyle anlatır:

“Ben Trabzon Gençlerbirliği takımının o günlerdeki efsane kalecisi aktör Muzaffer Tema'ya ikizi kadar benzeyen Hantal İbrahim'in hayranı olduğum için çoğu zaman kalede bazen de sağ bekte oynardım. Görünüşte bizim yenmemiz lazımdı ama her iki taraf da gol atamıyordu. Maçın 2.yarısında rakip oyuncuları oyunu sertleştirince bir an içimden "ilk geleni yıkacağım, diye geçirdim.Aklımdan geçer geçmez ilk gelen topta rakip oyuncunun sert girişiyle yere düştüm ve sol kolum dirsekten çıktı. Baktım, kolum S-gibi olmuştu ve müthiş acı çekiyordum. Oyun durdu, beni hemen bir pikapla Faroz’da, meşhur Kırıkçı Kadir'e götürdüler. Acım çoktu ama umurumda değildi. Ben daha çok evde babama ne hesap vereceğimi düşünüyordum. Kırıkçıda sıramı beklemeye başladım. İçeride Kırıkçı Kadir'in hastası vardı ve bir sesi yerde bir sesi gökte feryadı mahalleyi ayağa kaldırıyordu. İçerden gelen ağlama sesleri devam ederken acısına aldırmadan kolumla oynamaya, çekip esnetmeye başladım. Maksadım, düzeltebilirsem oradan kaçacaktım. Kolumla uğraşırken bir an "rak" diye bir ses geldi ve dirseğim yerine oturdu. Böylece kırıkçıdan kurtulmuş oldum.”