Geçtiğimiz hafta hedef maçlarımızdan biri olan ve eski yardımcı antrenörümüz Ceyhun Cabadak’ın çalıştırdığı tek mağlubiyetli İLab Basketbolu konuk ettik. Oldukça zor geçeceğini tahmin ettiğimiz karşılaşmanın ikinci periyot ortalarına kadar beklediğimiz gibi dağınık bir görüntü çizilse de, takım savunma yapmaya başlayınca çok rahat bir şekilde 89-77 kazanmayı başardık.
Son yazımın başlığını “Atarak Değil Tutarak” koyarken, aslında takımın atarak maç kazanamayacağını, savunma yapması gerektiğine işaret etmiştim. Tıpkı koç Faruk Beşok’un maç sonu yaptığı “Savunma yapınca kazanamayacağımız maç yok” açıklaması ile desteklediği gibi.
İlk yarı ortalarına kadar takımın parkedeki panik havası ve zaman zaman tribünlere kadar yansıyan oyuncular arasındaki iletişimsizliği geçmiş mağlubiyetlerin baskısına bağlayarak dikkate almadık.
Devamında ise İsmail Cem’in rakip savunmayı bozan hareketli yapısına Gordon’un 33 sayı 10 ribaundluk liderliği, 3 ve 4 numaralardan alınması gereken katkılar ve Can Uğur Öğüt’ün dış atışlardaki performansı da eklenince Ankaragücü’nden sonraki hedef maçlarımızdan birinden daha galibiyet çıkarmış olduk.
Hedef maçlarımızdan olan İlab’ı geçerken, ilginç bir şekilde farklı yenmemiz gereken TED’e ise bir hafta sonra takıldık.
Üstüne basa basa yazmaya devam edeceğim. Süper Lig ayarındaki bütçesi ve Süper Lig oyuncularıyla harmanlanıp bir araya getirilen takımı isimler değil, parkede verilen mücadele ileriye taşır.
Rahat kazanabileceğimizi düşündüğümüz bir kolej takımı olan ve yine eski yardımcı antrenörlerimizden Mustafa Mavili’nin çalıştırdığı, 2-3 oyuncusu eksik ve tek yabancılı TED’i “Nasıl olsa farklı yeneriz” rehavetine kapılıp ciddiye almayınca parkeden mağlup ayrılarak en başa dönmüş olduk.
En az 20 farkla galip gelmemiz gereken bir karşılaşmadan mağlubiyetle ayrılıyorsak çok fazla da ayrıntı ve teknik detaya girmeye gerek yok.
Herkesin emek ve kariyerine saygımız var ama Süper Lig bütçesiyle oluşturulmasına rağmen bir türlü parkede istikrarı yakalayamayan oyuncular ve teknik kadroyla karşı karşıyayız.
Tam açılımı ise; takım kendinden, koç takımdan, takım koçtan kopmuş sanki. Hal böyle olunca da bir hafta kazanıp “Tamam bu sefer olacak” derken ardından sürpriz bir mağlubiyet. Kısaca bir ileri bir geri.
ROLLERİ İYİ BELİRLEMEK GEREK
Hep söylüyoruz, ana parçaları Süper Lig’den oluşturulan kaliteli bir takımımız var ama sanırım takımı işlemekte veya sorumluluk paylaşımında bir problem var.
Neredeyse her hafta double double yapmaya alıştığımız ve parkede inanılmaz mücadele veren Gordon’u bir kenara koyarsak; özellikle İsmail Cem, Okben Ulubay ve Can Uğur’a ayrı bir parantez açmak gerekiyor.
Çünkü üç oyuncumuz da çok kaliteli ve her kulübün kadrosunda görmek isteyeceği oyuncular.
Ancak bu oyuncuların rollerini iyi belirlemek ve sınırlarını çok fazla aşmadan kendi sorumluluk alanlarında verecekleri katkıların, takımın bütünlüğü adına daha yararlı ve doğru olacağını düşünüyorum.
Örneğin oyun kurucu pozisyonunda oynayan İsmail Cem ve Can Uğur’un skor üretmek yerine skor ürettirmek, yani verilen setleri organize edip diğer parçaları beslemek olmalıdır ana görevleri.
Elbette skor üretecekler, üretmeliler zaten. Ama ana görevleri takımı organize etmek, beslemek ve rakip savunmayı bozmak olmalıdır.
Örneğin ben İsmail Cem’in en beğendiğim yönü olan hareketli ve rakip savunmayı bozan oyun yapısıyla kaç üçlük attığına değil, kaç asist yaptığına bakarım.
Keza Can Uğur için de aynı şey geçerli. Sevdiğimiz bir oyuncu kendisi. TED maçında 7 üçlükle ürettiği 14 sayının ne kıymeti kaldı tek bir asist üretemedikten sonra. Özetle; Yaptığı asist, ürettiği skordan değerli benim için ve elbette takım için.
Okben kısmına da kısa bir parantez açmak gerekirse; 3 ve 4 pozisyonunda oynayabilen ve keskin bir bileğe sahip olan Okben’i iyi kullanmak ve gerek tepede gerekse de köşelerde iyi beslemek gerekiyor.
KAN DEĞİŞİKLİĞİ
Son 8 maçın 5’ini kaybeden koç Faruk Beşok haklı olarak camianın hedefinde. Hatta Cömert Küce bile.
Bandırma maçı sonrasında da istifa sesleri yükselirken, ben tam tersi halen daha kredisi olduğunu belirtmiştim.
Böyle düşündüğüm için de “Koçu neden istifaya davet etmiyorsun” şeklinde oldukça fazla eleştiriye de maruz kaldım.
Gelinen noktada bütçe ve hedeflere baktığımızda 8 haftanın yeterli olduğunu düşünüyorum artık. Düşünüyorum ama ömrünü basketbola adamış bir insana oturduğumuz yerden, üstelik yarın maça çıkacak bir antrenöre bir gün öncesi buradan “İstifa et” demeyi de etik bulmuyorum.
Ligde bizden hariç Ankaragücü, İlab, Çayırova ve Erok hedef takımlar.
Faruk Beşok hedef maçlarından Ankaragücü ve İlab maçını kazanırken, orta ve alt sıra takımlarına yenilmiş.
Yarınki Ankaspor maçını rahat geçeceğimizi düşünürsek, devamında ise diğer hedef maçlarımızdan olan Erok ve Çayırova ile oynayacağız.
Bu iki kritik karşılaşmanın da kaybedilmesi demek hedeften tamamen uzaklaşmak ve takım içi kaosa yelken açmak anlamına gelir ki, iki ucu keskin bıçak.
Ez cümle; Lig sonuncusu olan Anka maçını saymıyorum ama Erok maçı hocanın en kritik maçı bence. Kaybederse kan değişikliği elzem olur.
Çünkü ligi lider bitirme şansı mucizelere kalacağı için en azından Play-offları hedeflemek açısından geç kalmadan önlem almak gerekli hale gelir.
BU TAKIM KİMİN?
Profesyonel liglere 6 yıl ara vermiş bir takımımız var artık parkede.
Bir konuyu da atlamamak gerek. Bu boşlukta altyapı faaliyetlerine devam edilmiş ve geçtiğimiz sezon EBBL’de şampiyon olarak bir üst lige çıkılmıştı. İşte bu şampiyonluğun sayesinde bugün profesyonel liglere geri döndük.
Artık bir daha ara vermemek adına bu takıma 4 elle sarılmak gerek.
Oyuncular gelir gider. Profesyoneller gelir gider. Yöneticiler gelir gider ama basketbolu sevenler bu takıma sahip çıkarlarsa kalıcı hale gelir.
Özetle bu takım benim, bu takım senin. Bu takım Bora Numanoğlu’nun. Bu takım basketbol için çırpınanların, her platformda yorum yapanların. Bu takım maça gelen annelerin, babaların ve çocukların. Ve her maç Hayri Gür’de görmeye alıştığımız Trabzon’un hocası Hüseyin Örs’ün.
Kısaca bu takım ‘Benim” diyenlerindir.
KİM NEDEN ALDI?
Takımlar oluşturulurken genelde önce 1 (PG) ve 5 (C) pozisyonu kurgulanarak bu iki bölge de genelde yabancılarla geçilir. Diğer parçalar da özelliklerine göre yerli rotasyonundan kadroya monte edilir.
Trabzonspor’a baktığımızda ise yabancı tercihleri 1 ve 2 oynayabilen ama genelde 2 pozisyonunda kullanılan Gordon tercih edilirken, ikinci yabancımız Brown ise sanki “Yabancı olsun da ne olursa olsun” mantığıyla alınmış gibi. 3 değil, 4 değil, 5 değil. Daha doğrusu ne olduğu belli olmayınca parkede ne yaptığı da belli değil.
Sanırım paramız bol olacak ki boyalı alanda kullanılacak diye alınmış ama tutmayınca bu alana ilaç olacağı şüpheli olan Ege Arar transferi geldi.
Gordon ne kadar doğru tercih ise, Brown bir o kadar yanlış tercih.
Sahi Brown’u kim neden aldı?
KAYBEDİNCE SUSMAYIN
Kazanılan maçlardan sonra koç Faruk Beşok resmi siteden, Genel Menajer Cömert Küce’de kendi sosyal medya hesaplarından açıklamalar yapıyorlar.
Ancak bu açıklamaları kaybedilen maçlardan sonra göremiyoruz!
Maç kazanınca iyi de, kaybedince neden susuyoruz ki?
Kazanınca da kaybedince de bu takım hepimizin. Susmayın. Gerekirse özeleştiri yapıp paylaşın.
İnanın paylaşmak yük dağıtır ve her zaman değerlidir.
“BU LİG BAŞKA BİR LİG” DEMİŞTİK
Son yazımızda TBL için “isim ve kariyerlerin arka planda olup daha çok tempo, koşa koş basketbol, kondisyon ve savunmanın öne çıktığı bir lig” tanımı yapmıştık.
Farklı şekilde tekrarlamakta fayda var çünkü en önemli nokta burası.
Sadece son iki hafta oynanan karşılaşmalara baktığımız zaman bu tezimizin ne derece doğru olduğu ortaya çıkıyor.
İnanın hiçbir bütçe ve hiçbir kariyerin, özetle; hiçbir takımın garantisi yok.
Bu ligde çok çalışan, çok koşup tempo yapan ve en çok savunma yapan bir adım öne çıkar.