Yapılan gözlemler sonucunda milletleri nakıl, zekâ ve beceri bakımından eşit olduğu, bunları farklı kılan unsurların onların sosyal hayatından, psikolojilerinden, coğrafi şartlarından ve yaşama biçimlerinden kaynaklandığı görülmüştür.
Dünyada deha oranı binde yedi şeklindedir. Bu oran Afrika’da da, Amerika’da da, Avrupa’da da aynıdır. Ülkelerin gelişim seviyelerinin yüksek olması, doğuştan deha özelliği taşıyan bireylerin sayısını artırmamaktadır. Toplumlar kurmuş oldukları nizam, eğitim sistemleri ile bu tarz kabiliyetleri keşfetmede, bunları eğitmede daha mahir oldukları için insan kayıplarını en aza indirmektedirler.
Aynı şekilde dil üzerinde düşünen Chomsky gibi düşünürler de insanların yaradılışları itibarı ile dünyada konuşulan her dili öğrenebilecek bir yapı ile doğduklarını iddia etmektedirler.
Bir kişi Rusya’da doğduğu için Rusçayı, Türkiye’de doğup yaşadığı için Türkçeyi veya Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde doğup orada yaşadığı için ilk önce o ülkenin dilini öğrenmektedir. Bir Türk çocuğu Yunanistan’da doğup yaşamış olsaydı ilk önce Yunancayı öğrenecekti.
Türkler Türkçeyi, Almanlar Almancayı öğrenme kabiliyeti ile değil, herhangi bir dili öğrenme donanımına sahip bir yapı ile doğdukları görülmektedir. Bu şartlarda insanlar herhangi bir dili öğrenmede eşit yetenek ile doğuyorlarsa neden Almanya’da doğup yaşayan üç yaşındaki bir Alman çocuğu üç bin kelime ile konuşuyorken onunla aynı yaşta olan Afrikalı bir çocuk üç yüz kelime ile konuşmaktadır? sorusu insanın aklına gelmektedir.
Yukarıda ifade edildiği gibi bu durumun insanın ve dilin yapısından ziyade toplumun sosyal aktivitelerinden, yaşanılan coğrafyanın kişilere getirmiş olduğu avantaj ve dezavantajlardan kaynaklandığı görülmektedir.
Gelişmiş toplumlar atalarından almış oldukları yaşam biçimini günün şartlarına intibak ettirmede daha hızlı davrandıkları için gelişmemiş toplumlarla aralarındaki makası gün geçtikçe açmaktadırlar.
Gençlerin teknolojiye aşırı bağımlıolmalarının, toplumların yıllardır kurmuş olduğu örgütlü yapıdan erkenden kopup sanal aleme bağlanmalarının geleceği nasıl etkileyeceği ayrı bir soru işaretedir.
Hatta başta Afrika ülkeleri olmak üzere gelişmemiş ülkelerin, gençlerini daha farklı yetiştirerek Batı’yı yakalama şanslarının olup olmayacağı tartışılmaktadır. Bu durumun gelişmemiş toplumlar için ayrı bir tehlikeyi içinde barındırdığını unutmamız gerekmektedir.
Geçmiş zamanlarda kültürü yüksek fakat doğum oranı düşük toplumların, eğitim seviyesi düşük, doğum oranı yüksek toplumlar tarafından yok edildiği, özellikleteknolojinin gelişmesi ve ağır silahların kullanılmaya başlanmasıyla gelişmiş ülkeler için riskli olan bu durum ortadan kalktığıbilinmektedir.
Bugün Batı’da teknoloji bağımlısı olarak tanımlanan gençler, bilişsel yönlerini daha farklı ve dikeysel olarak geliştirirken, duyuşsal özelliklerini yok etmektedirler. Daha iki üç yaşlarındayken aile ve toplum kontrolünden çıkarak sanal alemin hakimiyetine, o alemin yönlendirmesine giren bu gençler, insani vasıf dediğimiz, merhamet, paylaşma, iyilik, güzellik, acıma gibi duygulardan da mahrum yetişmektedirler.
Epictetus, insanın ana vatanı çocukluğudur, demektedir. Çocukluğunda, insanlarla iletişime geçmeyen ve günün büyük çoğunluğunu tablet telefon ile geçiren çocukların ileriki yaşta teknoloji ile donatılmış canavara dönüşerek insanlığın başına daha büyük belalar açması kuvvetli bir ihtimaldir. Bu gençler ileride daha donanımlı silah yapacak ve daha merhametsiz olacaklardır.
Bu şartlar altında geri kalmış ülkeler teknolojik olarak gerekli hamleyi yapmazlarsa geleceklerinin şimdiki hâllerinden daha iyi olmayacağı görülmektedir.
Türkiye bir yandan gençlerini insani vasıflarla yetiştirmeye çalışırken aynı zamanda Z kuşağı diyerek onları ikinci plana atmamalı, onların geleceğinin Türkiye’nin geleceği olduğunu unutmamalıdır