Türkler İslam dinini en saf ve en temiz kalpli bir şekilde kabullenmiş ve onu yükseltme uğraşı içinde birçok fedakârlıklar yapmıştır. Yavuz Sultan Selim Mısır’dan halifeliği aldığı zaman kendisini Mekke ve Medine’nin hakimi olarak değil hadimi (hizmetçisi) olarak ilan etmiş ve öyle çalışmış, diğer Türk padişahları ve insanımız da İslam’ı böyle yaşamıştır. Türkler Arap ve İranlıların gibi İslam’ı bir emperyalizm aracına çevirmemiş, kimseyi kendine benzetmeye çalışmamıştır.

1924 yılında Türkiye’de hilafet kaldırılınca Mısır ile Arabistan arasında halifelik için bir rekabet başlamıştır. Başta İngilizler olmak üzere Müslümanların gücünün tek elde toplanmasını istemeyen Batılılar, halifelik için çekişen Arabistan Kralı Kral Hüseyin bin Ali’yi de Mısır Kralı Kral Fuat’ı da desteklemiş ama arka planda ikisini de etkisiz hâle getirmeye çalışmışlardır. Bu iki ülke halifelik yarışına girerken Hristiyan olan İngilizler Müslümanların ortak dilinin Arapça değil de İngilizce olması için her iki ülkeye baskı yapmış, Ezher Üniversitesi’ne yerleştirmiş oldukları ajan âlimlerine bunun fetvasını bile verdirmişlerdi.

 Türkler yüz yıllardır İslam’ın hem hizmetkârı hem de savunucusu olmasına rağmen Türkçenin Müslümanların ortak dili olması için böyle bir uygulama yapmayı akıllarına bile getirmemişlerdir. Hatta Osmanlı’da kendi dilini özgürce kullanan azınlıklar birbirleri ile ortak iletişim dili olarak Türkçeyi değil, Fransızcayı tercih etmiş, Türkçenin okullarında ders olarak verilmesine karşı çıkmışlardır.

21. Asrın Türk asrı olmasını hayal eden ülkemizin kültür politikası belli değildir. Daha kendi diline, kendi kültürüne tam olarak güvenemeyen, ona ikinci sınıf öge olarak yaklaşan, Arapça ve İngilizcenin yanında dilini küçük gören bir zihniyetin 21. Asrı Türk asrı yapma ihtimali yoktur. 21. Asrin Türk asrı olmasını istiyorsak, kültürel,  zihinsel, ekonomik, teknolojik, askeri açıdan bunu hazır olma sorumluluğumuz vardır. Olaylara duygusal yaklaşarak ve duygusal yorum yaparak ilerleme sağlayamayız.

1945 yılında Amerika Birleşik Devletleri bir ada devleti olan Japonya’yı en hızlı şekilde işgal etmek ve II. Dünya savaşını bitirmek istiyordu. Bu nedenle donanma gemileri ile getirdiği tankları sahillerden içeri sokarak Japonya’yı işgal edip saf dışı bırakmayı amaçlıyordu

Japonlar 10-11 yaşlarındaki çocukların ve kamikazelerin karnına bombaları bağlamış ve onları sahilde kumsallara gömmüştü. Donanma gemilerinden inen tanklar karnına bombalar bağla insanların üzerinden geçtiğinde bombalar patlamış, yüzlerce tank imha edilmiş ve Amerikan askeri öldürülmüştü.  Kendisini vatanına feda eden insanların ülkesini bu şartlar altında mağlup edemeyeceğini, çok büyük kayıplar vereceğini anlayan Amerika üç gün ara ile Hiroşima ve Nagazaki’ye atom bombası atmış ve Japonya’yı dize getirmişti. Bu şehirler aynı zamanda Japonya’nın sanayi yatırımlarının merkezi konumundaydı. Birçok açıdan darbe yiyen Japonya anında dize gelmiş ve mağlubiyeti kabul etmişti.

Türkiye’nin nükleer gücü bulunmamaktadır ve de Türkiye bütün sanayi yatırımlarını İstanbul ve çevresine yapmıştır. Herhangi bir karışıklık durumunda II. Dünya savaşında Japonya’nın başına gelen belaları Türkiye’nin de yaşama ihtimali çok yüksektir. Nükleer gücü bulunmayan ülkenin savaşta caydırıcı olması zordur.

Türkiye özellikle I. Dünya savaşı dönemlerinde yaşamış olduklarından ders çıkarmak zorundadır. Fahrettin Paşa komutasındaki binlerce askerimizin Arap ve İngilizlere karşı Medine’yi savunurken yaşamış oldukları sıkıntılar herkesin malumudur. Yemen türküleri hâlâ bize neyi anlatmaya çalışmaktadır?

Casus Lavrance,  Bilgeliğin Yedi Direği adlı eserinde Türk askerinin o dönemde şan şöhret düşkünü şarklı subaylara kurban edildiğini, Osmanlıdaki azınlıklarının aksine Türk askerinin fizik olarak çok müşkül durumda olduğunu, esir alınan bazı Türk askerlerinin ağzından muayene edildiğinde birçoğunun zührevi hastalıklarla kıvrandığını, Türkiye’de henüz o dönemde Frengi ve benzeri hastalıklarının bilinmediğini yazmıştır.

Filistin insan olan herkesin kanayan bir yarası, sızlayan bir vicdanıdır. Fakat bu savaş bağıranların değil, oturup yıllarca plan yapan, savaş alanını bir satranç tahtasına çevirip her türlü politikayı sessizce yapanların kazanacağı bir savaştır…