İlk kitabı Mavi Beyaz Faroz’u yayınlayan Murat Ergin on bir yıl sonra, Acı Sarı Trabzon’la çıktı okurlarının karşısına. Şehrin tarihi yerlerini, sokaklarını, hikayelerini,  kültürünü  anlattı…

Trabzon acı sarı  derken neyi kastediyor?  Şehrin sembol bir hayvanı var mı? Tarihi yapılar yeterince değerlendiriliyor mu? Ya kolektif  bilincimiz?  Yemek kültürümüz dışarıdan söylendiği gibi yetersiz mi? 

Taka Gazetesi’nin sorularına Faroz limanında yaptığımız söyleşi ile yanıt verdi yazar. Başka bakış açılarıyla; geçmişten bir anahtarı elimize bırakarak…

TAKA: Neden Acı Sarı Trabzon. Trabzon’un rengi acı sarı mı?

Murat Ergin: Çocukluğumdan hatırladığım şehrin rengi sarıydı. Bahçe duvarları,  iki katlı evler, konaklar hepsi sarıya boyalıydı. Sarının nalburlarda kök boyadan bir reçetesi bile vardı. Nalbura gittiğinizde iki tür renk alıyordunuz, biri acı sarı, diğeri kiremit kırmızısına çalan bir tondu. Aslında bütün liman şehirleri bu renk. Stockholm’e sık gidiyorum orada da eski liman bölgesi tamamen bu renklere sahip. Liman şehirlerinde gemilerin siste sarıyı seçebilmeleri için bu rengin kullanıldığını düşünüyoruz. Acı sarının içinde birazcık siyah var. Eskiden bu renk, kimliğiydi şehrin. Şimdi unutuldu, birazda o yüzden koydum…

TAKA: Kitap, sosyal medya deneyinden doğdu diyorsunuz. Nasıl olur da bir sosyal medya deneyi Acı Sarı Trabzon’a dönüşür?

Murat Ergin: Pandemi öncesinde sosyal medya fenomenleri doğal, tarihi  ya da sergi mekanlarını fon yaptıkları fotoğrafları paylaştılar. Mekanı değil kendilerini öne çıkardıkları, egosantrik bir şey türedi.Sosyal medya aracılığı ile kendini gösterme, reklamını yapma çok yoğundu. Pandemide bu kişiler bi duruldular, herkes kendi içinde bir katarsis (psikolojik arınma) yaşadı. Ben ilk kitabım İçimdeki Mavi Beyaz Faroz’u yazarken bir şey fark ettim. Aslında insan yazdıkça, geçmişle bağlantı kurmaktan öte geçmişi tekrar yazmaya başlıyor. Gündelik hayatta bildiğinizi zannettiğiniz birçok şeyi, geçmişi düşündüğünüzde bir yere bağlayabiliyorsunuz. Ben ilk kitabımda bu duyguyu yaşadım. Mahallenin nasıl dönüştüğünü fark ettim. Aradan on bir yıl geçtikten sonra yine şehri yazma ihtiyacım vardı. Trabzon’a döndüğümde bir sosyal medya sayfası açtım. Faroz’dan görüntüler paylaştım ilk olarak. Kısa metinler yazdım. Gördüm ki yazılanları kimse okumuyor. Görsel imajlar üzerinden yaşanan bir hayat var. Kitapta ise metinler görselleri belirledi. Fotoğraflar bana göre Türkiye’nin en usta fotoğraf sanatçısı Mustafa Reşat Sümerkan hocanın. Metinlerimi ona gönderdim. O da metinlerimi, seçtiği fotoğraflarla okudu değerlendirdi. İki taraflı okuma oldu.

TAKA: Kolektif bilinç çok vurgu yapıyorsunuz. Trabzon insanının şehrin kültürü ile ilgili ortak bir duygusu kolektif bir ruhu var mı?

Murat Ergin: Yeni neslin dokunduğu tek şey soğuk bir cam. Telefonun ekranından başka bir şeye dokunmuyorlar. Biz küçükken şehrin toprağı taşına duvarına dokunan çocuklardık. Demirin tadını bile bilirdik. Suya sabuna dokunmayan bir nesil var bana göre. Eskiden bir aradaydı insanlar. Mesela şuan bindiğimiz tekne gibi Mayıs yedisinde aileler teknelerle açılır yedi dere ağızı geçilirdi. Mahallelilerin birlikte denize gitme ve başka başka sosyalleşme kültürü vardı. Şehri, şehir yapan şey bir araya gelme kültürü. Daha çok köfte salonu, daha çok çay bahçesi var şimdi.  Halbuki  insanlar ormanda tabiatta bir araya geliyordu. Yüzüncü Yıl Parkında, Soğuksu’da Beşirli sahilinde… Kolektif bilinç bir araya gelerek oluşan bir şey! Kolektif bilinç bizim büyüklerimizin yaşadığı bir şeydi. Maalesef biz de bu bilinci yaşayamıyoruz. Bu şehrin esas sorunlarından biri de ortak bilincin olmaması…

TAKA: Kitapta birçok tarihi yer var, bunların bazıları artık yok. Olmadığı için en çok hayıflandığınız yer neresi?

Murat Ergin: Maçka vadisindeki manastırlar. En başta Vazelon. Biz 1984-85 yıllarında Vazelon ve Sümela Manastırına ızgara yapmaya giderdik. Bu manastırlar başka bir ülkenin elinde olsa çok farklı değerlendirilirdi. Fransa’da Mont  Michel  adasına turlar yetişmiyor. Jeanne D’Arc Kilisesi’ne insanlar Avrupa’nın her yerinden hacca geliyorlar. İkincisi de çok üzüldüğüm bir şey.  Ortahisar’da  Ayvasıl’ın Hermes heykelinin bulunduğu alanın yıkılıp bir pasaj  yapılması. Tarihi bölgedeki sütunları alıp, Ayasofya’nın bahçesine atıyorsunuz. Ve orayı pasaj yapıyorsunuz. Bu tarihini,  bir pasaja terk etmektir. Bu benim bu şehirdeki en büyük acımdır!

TAKA: Opera binası da yer alıyor kitapta. Yıkılmasaydı nasıl kullanılırdı bugün?

Murat Ergin: Opera binası görseli paylaşıp  ‘Vah Trabzon’ muhabbeti yapılıyor. Opera binası ticari amaçlı yapılan binaydı Rus işgali sırasında bu durum sekteye uğradı. Daha sonra opera binasına dönüştürüldü. Ama o binada, Gürcistan’ın birçok yerine gittiğinizde de görebileceğiniz Fransız mimari akımın örneğidir. Yıkılmasaydı fuayesinde sergiler açılırdı.  Şehrin simge binalarından biri de olabilirdi.

TAKA: Trabzon denilince akla gelen bir hayvan var mı? Şehirle bütünleşen…

Murat Ergin: Vahşi Amsterdam diye bir belgesel izledim.  Orada yaşayan hayvan çeşitliliği üzerine bir yapılmış. Martılardan atmaca, doğana kedisine kadar şehirde yaşayan tüm hayvanları anlatıyor. Trabzon doğal bir yer. Şuanda Faroz limanındayız. Buraya kışın geldiğinizde çok büyük bir savaş alanıdır burası! Çünkü sakarmekeler ile martılar burada her gün kavga ederler. Deniz kuşu olan sakarmekeler kış boyunca bu limana sığınıyorlar. Ağızları çok küçük ekmeği tek darbede yiyemiyorlar o yüzden martılarla kavga ediyorlar. Burada yavruluyor, yazın ise gidiyorlar. İnsanlar kış boyunca buraya gelip hem sakarmekeleri hem martıları ellerindeki ekmeklerle beslerler. Kuş olsa sakarmeke olur Çünkü burası kuş şehri. Mesela İsveç’te belediye her sabah ağaçlara kuş yemi asar. Burası bir kuş şehri olabilirdi mesela. Hala kuşların göç yolunda olan bir şehir Trabzon, tüm yapılaşmaya rağmen. Bıldırcın yağmuru olurdu burada, insanlar bıldırcına çıkardı. O yüzden sakarmeke derim!

TAKA: Kitapta Uzun Sokak ta var. Uzun Sokağın önemi nedir şehrimiz için?

Murat Ergin: Uzun Sokak insanların volta attığı yürüyüş yaptığı birbirleriyle  karşılaştığı, temas ettiği sosyalleştiği bir yerdi. Az önce söz ettiğimiz kolektif bilinç böyle oluşuyordu. Karşılaşıp, bir yere gidip otururlardı. Mesela, Nazım Hikmet ve Vâlâ Nureddin’in anısı var. Uzun sokağın sonunda kafelerde oturduklarını yazıyor Nazım. ‘Fransız kafeleri gibiydi’ diyor. İnsanlar kafelerde bir araya gelip bellek oluşturuyorlardı. Bu kalktı yerini helvacılar, dönerciler, tatlıcılar, dürümcüler aldı. Uzun sokak bu değil di? Uzun sokak kırtasiyelerin kitapevlerinin sergi salonlarının olduğu bir yerdi.

TAKA: Trabzon’un en sevdiğiniz ve en sevmediğiniz özelliği nedir?

Murat Ergin: En çok doğasını seviyorum. Ne kadar yok etseler de şehirden biraz çıktığınızda, bambaşka bir şeye bürünüyor. O şehre sırtınızı verdiğiniz zaman gerçekten doğayı hissediyorsunuz. Yağmur yağdığında Hala toprak kokusu alabiliyorum. Bunu çok seviyorum. Sevmediğim yönü ise insanların yürürken omuz atıyor olması. Son derece kaba bir davranış ve çok rahatsız edici…

TAKA: Şehrimiz için yemek kültürü yok deniliyor. Sizce?

 Murat Ergin: Şehirde yemek kültürü zayıf. Ben buraya yokluğun mutfağı diyorum. Mısır unundan yapılan pek çok şey var mesela… Tatlı bile yapıyorlar. Sarambula var. Mimariye bakınca başka bir yemek kültürünün zayıf olması çelişkili duruyor! Petek Çırpılı var yemek kitabı yazıyor. Esin Üçüncünün kızı. Annemler bunları yiyordu diyor. Şehirlinin yediği yemek ile köylünün yediği yemek aynı değil! Çünkü köye un gitmiyor. Mısırdan başa seçenek yok. İkincisi burası bir liman şehri olmasına rağmen baharat yok. Baharat bir değişim nesnesi çünkü. Bizim mutfağımızda baharat yoktu en fazla lahanaya acı biber konulurdu. Şehrimizi muhlama ve lahanadan ibaret sayanlar var. Aslında  öyle değil. Hem şehrin yerlilerinin yaptığı yemekler var, hem de köylerde yapılıp unutulan yemekler var. Eskiden çok hoşaf kültürü vardı. Artık yok.

İçecek olarak da ekşi ayranı var. Godesbana diye bir kitap yazıyorum. Maharetli kadın demek godesbana. Bir çeşit yemek kitabı fakat yemek kitabı olarak değil bir tür hafıza olarak bakacak okurlar. Çünkü unutulan yemekleri yazdım. Mesela Kalandar da yapılan gogiya diye bir yemek var. Kabak ve fasulyeden yapılıyor. Sarambula var; iç yağı, mısır unu ve pazı ile yapılan. Tavalar var. Aslında ot kültürü yok değil! Tava ile yapılan  lasirden, latirden tomara var. Mesela Anabasis’te geçiyor. İskender’in ordusu buraya indiğinde, köylülerin onlara nardenk diye bir şerbet içirdiği söyleniyor. Nardenk bir çeşit koyu üzüm konsantresi. Onu suyla seyreltiyorsunuz, yazları hararet alıyor. Bir de Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde hiçbir şekilde yemek tarifine yer vermez. Bir tek Trabzon’da hamsi tarifine yer vermiştir. Kitapta tek tarif var o da hamsi tarifi.