Her sabah, aynı telaşla uyanan, aynı kalabalıkta kaybolan insanlar… Şehir; bir yandan milyonları bir araya getirirken, diğer yandan insanı kendi içine daha çok hapseder. Yalnızlık hiç bu kadar kalabalık olmamıştı belki de. Sokaklar, caddeler, metrolar; insanlar her yerde, ama kimse kimseyi görmüyor. Peki; bu dev yapılar, hızlı adımlar ve bitmeyen kornalar arasında biz insanlar kendimizden ne kadar uzaklaştık?
Şehirler büyüyor, her geçen gün daha da yükseliyor binalar, yollar genişliyor, nüfus artıyor. Ancak insanın iç dünyasında bir daralma hissi giderek yayılıyor. Her şey büyürken insan küçülüyor. Eskiden mahalle aralarında yankılanan çocuk sesleri, şimdilerde apartman duvarlarının ardında kayboluyor. Şehir; artık çocuklara oyun alanı sunmuyor, onların hareketini sınırlıyor. Sokakta oynamayan bir nesil büyüyor; doğayla bağı zayıf, ekranla güçlü bir ilişki içinde. Bu sadece fiziksel bir daralma değil, aynı zamanda hayal gücünün de sınırlandırılması demek. Çocuklar arka bahçelerdeki oyunları bırakıp tablet ekranlarının derinliklerine dalarken şehri değil, sanal dünyayı keşfeder oldular.
Betonun, camın ve metalin hüküm sürdüğü şehirler doğanın sesini bastırıyor. Bir ağacın gölgesinde oturmak, kuş sesleriyle uyanmak, şehirli insan için lüks haline geliyor. Oysa insan doğadan uzaklaştıkça kendine de yabancılaşıyor. Şehir doğayı unuttukça insanın ruhu da susuz kalıyor. Doğa, sadece bir kaçış değil, insanın kendine dönüş yoludur. Şehir, insanı sıkıştırırken doğa ona nefes aldırabilir; ama şehirler, doğayı öldürdükçe insanda bir şeyler kayboluyor. Belki de bu kaybolan şey, insanın kendisiyle olan bağını güçlendiren o “doğal” his.
Zaman şehirde başka türlü akıyor. Her şey hızlı; yürüyüşler, konuşmalar, kararlar... Acelecilik, adeta bir yaşam biçimi olmuş durumda. Bir şeylere yetişmeye çalışırken kendimizi geride bırakıyoruz. Koşuşturma içinde derin düşünceler, yavaşlamalar, sorgulamalar yitip gidiyor. Bu hız içinde, içsel dinginliğe yer yok. İnsan, her ne kadar dijital dünyanın hızına ayak uydursa da içindeki boşluğu, yalnızlığı ve eksikliği bir türlü hissedemiyor. Çünkü zaman, insana ruhunu hatırlatmaya fırsat vermiyor.
Modernleşen şehirler, eski değerleri unuttururken yeni yaşam biçimlerini dayatıyor. Komşuluk, dayanışma, paylaşma gibi kavramlar artık özlemli hikâyelere dönüşüyor. Teknolojinin, dijitalleşmenin ortasında, insanın en temel ihtiyacı olan “anlaşılmak” gittikçe zorlaşıyor. Çünkü yüz yüze bakmak, aynı sofrada oturmak, birlikte susmak bile artık çok uzak. Hep bağlantıdayız ama hiç bu kadar kopuk olmadık. Bizler şehirlerde birbirimizi izliyoruz ama birbiriyle gerçek anlamda bağlantı kuran bir şehir nadiren görüyoruz.
Albert Einstein’ın şu sözü bugünleri ne kadar da iyi anlatıyor:
"İnsanlık, teknolojinin geliştiği kadar duygularını da geliştirmediği sürece tehlike altındadır."
Ve tüm bunların arasında şu soru yankılanıyor zihnimde: “Şehir mi insanı şekillendiriyor, yoksa bizler mi bu şehirleri böyle inşa ettik? “Belki de cevap birbirimizi dinlemekte, yavaşlamakta ve insan kalabilmekte gizli. Şehirde kaybolmuş bir insanın kaybolan insanlığını yeniden bulması gerek.
Şehirler büyürken biz insan olarak küçülüyoruz. Bizim için “şehirleşmek” demek, büyümek, daralmak, kaybolmak değil; birbirimizi unutmaktır. Ne kadar kalabalık olursa olsun, her birimizin içindeki yalnızlık da o kadar büyür. Bu yüzden belki de şehirler kadar yalnız da olabiliriz. Ama belki de bu yalnızlık, birbirimizi daha fazla anlamak için bir fırsattır.
Çünkü şehirleri insan yapar; ama insanı insan yapan sessizliğin içinde duyabildiğimiz kalptir.