Son İstanbul depremiyle birlikte tüm ülke yeniden sarsıldı. Kızsak da küssek de sosyal medyaya sarıldık mecburen. Kısa bir süreliğine olsa da gerçekleri, ihtimalleri, ihmalleri hatırladık.

Yerel yönetimleri, hükümetleri suçladık.

Ne yapmışlar ne yapmamışlar?

Hazırlıklar ne âlemde?
Toplanma alanları!
Ulaşım, iletişim!
***
Beklemenin ve belirsizliğin cazibesine kapılmış gidiyoruz.

Depremler, zayıf yönlerimizi yüzümüze yüzümüze çarpıyor, bir türlü ders almıyoruz.

Sürekli ertelemek ve okkalı cümleler kurmakla meşgulüz.

En kötü senaryoya göre hazır olmalıymışız.

Olalım da nasıl?
Söylemesi kolay tabii ki...
1994-2010 yılları arasında İstanbul
Bakırköy Halk Eğitimi Merkezi Müdürü olduğumuz günlerde 1999 depremine tanık biri olarak yazıyorum bunları.

Çok sayıda Sivil Savunma ve İlk Yardım kursu açmıştık.
Ataköy'deki yeşil alanlarda kurulan çadırlarda da yürütmüştük çalışmalarımızı.
Adapazarı'na “Çadır Tiyatrosu” götürmüştük.

Eşya, yiyecek, oyuncak…
Ve daha neler neler?
***
Şimdi görüyorum ki Bakırköy'de ne kadar yeşil alan varsa hepsi bir şekilde doldurulmuş.
O günlerde hangi alan için “imara açılmasın” toplantıları yapıldıysa bugün hemen hepsinde en lüksünden konutlar yükseliyor.
Depremde sağ kalanlar en hızlı şekilde toplanma alanında bir araya gelsin” sözü hiç gerçekçi değil çünkü toplanma alanlarının canına okundu.
Sadece Bakırköy mü?
Hemen hemen tüm yerleşim merkezleri...
Konteynerler konulmuştu toplanma alanlarına.
İçlerinde ilaç, arama kurtarma araç gereçleri...
Ne oldu?!
Her mahallenin arama kurtarma ekipleri vardı.
Zaman zaman bir araya gelmeler de tarihe karıştı çünkü plansızlığa, disiplinsizliğe yenik düşmüştük.
Nemelazımcılığa...
Ve daha birçok olumsuzluğa...
***
23 Nisanda Allah'tan sadece hatırlattı kendini.

Çocuklar, tören esnasında yakalandı 6.2’ye...

Kaybımızın olmayışı tek tesellimiz.

Derken...

Uçuk kaçık olmayan bir proje yavaş yavaş şekillendi gibi...
İstanbul'un Kitapla Kurtuluşu” fikrine bağladım tüm ümidimi.

Eski ve yorgun binaların tamamını aynı anda yenilemek imkânsızdı.

O zaman!

Elimizdekileri küçük dokunuşlarla daha sağlıklı hale getirebilirdik.

Her eve bir Deprem Ünitesi kurmanın zorluğu ortada...

Ne zamandır uzak kaldığımız kitaplarla daha yakın olabilirdik.

Tüm yatakların üç tarafında kitapların yer aldığı raflar düştü aklıma.

Raflar da insanlar gibi yatay...
Deprem anında kolon görevi görebilsin diye...

***

İstanbul öyle bir kent ki…

Siyasetin, sporun, sanatın, sanayinin kalbi orada atıyor.

Ulaşımı, karmaşası ürkütse bile aklımız fikrimiz İstanbul’da.

Türk dizilerinin dünya çapında çok izlenmesinde İstanbul görsellerinin önemi inkâr edilemez.

Şarkılarda, masallarda, romanlarda başköşede…

Şimdi, bu harikulade kentte depremle ilgili yaptıklarımıza bir bakalım.

Ya da yapmadıklarımıza…

Havadan çekilmiş fotoğraflar, İstanbul’a kıydığımızı daha iyi anlatıyor.

Kenarda köşede kalmış ormanlar da olmasa koca bir taş yığınından ibaret.

Meydan ve yeşil fakiri gibi bir şey…

Dile gelse de konuşsa…

***

Tam da bilgisayar ve cep telefonları sayesinde kitapların, kitaplıkların pabucu dama atıldı derken…

Özellikle ansiklopediler için okullar ve derneklerle “bir an önce elden çıksın” diye görüşülürken…

Bence cankurtaranlara dönüşür hepsi…

Düşünsenize, sayfaları açılmasa bile yanımızda yakınımızdalar…

Sırtlarını okumak bile iştahını açar insanın.

Aralarda bir yerlerde ilaç, fener ve su da olmalı…

Uyursun kitap, uyanırsın kitap...

Sağın kitap, solun kitap...

Yaşanmış ve yaşanacak tüm hayatların ortasındasın sanki.

Kültür ve Turizm Bakanlığı, mobilya sektörü için de yeni konsept olabilecek “CANKURTARAN KÜTÜPHANE” sloganıyla bir kampanyayı mutlaka başlatmalı.

Kütüphanelerin, binlerce hayatı kurtarabilecek boşluklar oluşturacağına inanmak da cabası.