Bizler, sıcak yuvalarında olmaları gerekirken, gece yarılarına kadar sahnelerde hayal avcılığı yapan, masalarda meze olan bir gençlik istemiyoruz. Üstat Necip Fazıl’ın deyimiyle “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!” şuurunda bir gençlik...” istiyoruz.

 Türk gençliği aydınlık Türkiye’nin temelini atmak için sabahlara kadar okumalı ve vaktini laboratuvarlarda değerlendirmelidir. Çamurlarda debelenen bir gençlik değil, güle sevdalı bir gençlik istiyoruz biz… Bu necip millet, uzun zamanlardan beri güle sevdalı bir gençliğe hasrettir. Kadehlerde dert unutmaya çalışan şuur fakirlerini değil, dertlilere umut olan bir gençliği özlüyor ve hasretle bekliyoruz. Bu gençliğin mayası milletimizin özünde vardır zaten. Yeter ki bizler balçığa karışmış ve görünmez olmuş bu cevheri bulmak için çamurlanmayı göze alabilelim.

Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hoca Ahmet Yesevilerin, Mehmet Akiflerin, Necip Fazılların, Cemil Meriçlerin, Nurettin Topçuların, Erol Güngörlerin, Serdengeçtilerin davasını sırtlayan ve yorulmak nedir bilmeyen bir gençliğin rüyasını görüyoruz parsellenmiş uykularımızda. Son Sultanü’ş Şuara Necip Fazıl Kısakürek; ufuklarda yolu hasretle gözlenen, sorumluluk, yüksel seciye ve ideal sahibi bu gençliği şöyle tasvir ediyordu bize:

“Bir buçuk asırdır türlü buhranlar içinde yanıp kavrulan ve bunca keşfine rağmen başını yarasalar gibi taştan taşa çalarak kurtuluşunu arayan batı adamının bulamadığı, Türk’ün de yine bir buçuk asırdır işte bu hasta batı adamında bulduğunu sandığı şeyi, o mübarek oluş sırrını, her sistem ve mezhebe ortada ne kadar illet varsa devasının ve ne kadar cennet hayali varsa hakikatinin, İslam’da olduğunu gösterecek ve bu tavırla yurduna, İslam âlemine ve bütün insanlığa model teşkil edecek bir gençlik…

‘Kim var!’ diye seslenilince, sağına ve soluna bakınmadan, fert fert ‘Ben varım!’ cevabını verici, her ferdi ‘Benim olmadığım yerde kimse yoktur!’ fikrini besleyici bir dava ahlâkına kaynak bir gençlik... Can taşıma liyakatini, canların canı uğrunda can vermeyi cana minnet sayacak kadar gözü kara ve o nispette strateji ve taktik sahibi bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifiri karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskin ve gerçek kahramanlık madeniyle sahtesini ayırt etmekte kuyumcu ustası bir gençlik...”

Günümüzde gençlik öğrenmiyor, eğleniyor, tabir caizse düşünmemek, varlığın sırrı üzerinde tefekkür etmemek için her şey yap(tır)ılıyor. Daha doğrusu bir kısım büyük ağabeyler böyle bir hayatı reva görüyor Türk ve dünya gençliğine.  Birilerinin gösterdiği çizgide eğlenmek mecburiyetinde bırakılıyoruz. Eğlenme anlayışımızı da gizli eller tayin ediyor. Zira onların tüketicisiyiz nasıl olsa!... Keselerinin dolması için, baştan beri gençliği hedef kitle olarak seçmişler. Para uğrunda ne yapılsa mubahtır onlar için…İnsanı paradan ibaret gören, ruh yönünü hiçe sayan kapitalist mantıktan başka ne beklenir ki!...

Bu çağda yerli ne varsa rafa kaldırılmış, her şeyin ecnebisi alınarak baş tacı edilmiştir. Milli ve manevi değerlere savaş açılmış, savunmasız gençlik, kaderine terk edilmiştir. Körpe beyinler, art niyetli zihinlerden seken kurşun misali düşüncelerle adeta zehirlenmiştir.

Kim ne derse desin, hastalıklı bir çağda yaşıyoruz. Günümüzde modernitenin dinle ve gelenekle kaypak bir zeminde çatışması toplumsal gerilimi daha da artırıyor. Toplumsal değerler sisteminin dinden ve gelenekten bağımsız olması için gayret edenler, asırların birikimlerini görmezlikten gelerek çatışmanın ve yabancılaşmanın odağı oluyorlar. Geçmişin değerleriyle çatışma, toplumun birikimlerine sırt dönme, onları yok farz etme, tabir caizse kökle dal arasında yabancılaşmayı beraberinde getiriyor. Görünen o ki küreselleşmenin bir neticesi olarak modernite, toplumsal ve bireysel hayatın kırılma noktalarını ve fay hatlarının derinliğini gittikçe artırıyor, aradaki mesafe uçurumlar oluşturuyor. Dinin ve geleneksel değerlerin müspet olarak algılanmasına ve yaşanmasına bir anlamda engel teşkil ediyor.