Konya’da Mevlâna Celâleddin Rûmî Farsçayla (Mesnevi), Nevşehir’de Hacı Bektaş Veli Arapçayla (Makalât), Sivrihisar ve çevresinde Yunus Emre (Divan ve Risaletü’n-Nushiyye)Türkçeyle temelde aynı İslâmî ve insanî şeyleri söylediler. Hepsi de kendilerinden önceki yol başçıları olan Hoca Ahmet Yesevî’ninmisyonunukendi dönemlerinde yaşattılar. Kırbalarını aynı pınarlardan doldurdular. Aynı kaynaktan beslenen (neşet eden), debileri birbirinden farklı birer söz ırmağı oldular. Aynı şeyleri farklı kisvelerde dile getirdiler.
Yunus Emre, Müslümanca ve derinlikli bir yaşam tarzı olan tasavvufu halkın anlayacağı dilde geniş halk kitlelerine yaydı. Onlara onların dilinde (seviyesinde) hitap etti. Anlaşılması zor, soyut metafizik düşünceleri elinden geldiğince somutlaştırarak ete kemiğe büründürdü. Kavranılması zor tasavvufî kavramları onların anlayacağı şekilde dile getirdi.
Yunus Emre insan hayatının önemli aşamaları olan doğum, evlilik ve ölüme özellikle vurgu yapar. “Yürür idüm anda pinhân / Hak buyrugıvirmezaman Vatânumdan ayırdılar / Bu dünyeyedüşdi gönül” diyerek doğum öncesi (ezelî) hayattan, tasavvufta gurbet olarak nitelendirilen dünyaya gelişi veciz ifadelerle dile getirir. “Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın” diyen Yunus Emre bir başka şiirinde “Âşık öldidiyü sala virürler/Ölen hayvân durur âşıklar ölmez” diyerek ölümün aslında ölümsüzlüğe açılan bir kapı olduğunu vurgular. Fakat onun kastettiği güzel ölüm, ilâhî ölçülere riayet edilerek yaşanan bir hayatın sonrasında gelen mutlak hakikattir. Yoksa aynı Yunus Emre kulluk şuuruyla yaşamayanların (gaflet içinde yaşayanların) korkunç ölümünü ürkütücü ifadelerle şöyle dile getirir: “Anmaz mısın sen şolgüni gözün nesne görmez ola / Düşe sûretintopragadilün haber virmez ola.” Aynı şiirin devamında ölüme ve ölüm meleği Azrail’e dair daha korkutucu ifadeler kullanır: “ÇünAzrâil’i ne tuta assı kılmaz ana-ata / Kimse döymez o heybete halkdanmeded irmez ola.” Yine aynı Yunus,ahireti unutarak hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dört elle sarılan, bu fâni dünyadaki güç ve iktidar sahiplerinin öldükten sonraki hâllerini tasvir ederek onlardan ibret almamızı salık verir: “Esilmiş incü dişleri dökilmişsaru saçları / Bitmiş kamu teşvişleri Hak varlıgın almış yatur.” Aynı şiirin devamında ürkütücü manzarayı şöyle devam ettirir: “Gitmiş gözinün karası hiç işi yokdur turası / Kefen bizinünpâresisünüge sarılmış yatur.”
Tasavvufu halka benimseten ve bir yaşam tarzına döndüren Yunus Emre, daha çok halka hitap ettiği için ve onların idrâkini ölçü aldığı için, şiirlerinde somutlamaya ve benzetmelere sıkça yer verir. Bu benzetmeler hem estetik hem de ince zekâ ürünüdür. “Benümcânum bir kuş durur gevdemanunkafesidür / Dostdan haber gelicegiz bir gün uçar kuşum benüm” dizesi bunlardan biridir. Söylenmesi kolay sanılsa da geçekte hiç kolay değil.
XIII. yüzyıldan bize seslenen Yunus Emre koyu bir Türkçe sevdalısıdır. O, millî birliğimizin çimentosu olan aziz Türkçenin yüz akıdır. Onun şiirlerinde kullandığı Türkçe adeta bir gökkuşağı gibi göz alıcı ve rengârenktir. Onun şiirlerinde Türkçe adeta kanatlanır, bir kuş gibi hakikat göklerinde uçar. Mevlâna’yla aynı yüzyılda yaşasa da Farsçaya itibar etmez. Yunus Emre, şiirlerini Türkçe yazmasaydı Türkçe çok eksik ve sönük kalırdı.
Millet olarak Yunus Emre’yi çok sevdik. Onu kendimizden bir parça, millet denen geniş ailemizin bir ferdi saydık. Onun şiirleri,ilâhî huzura uzak kalan ruhlarımızı teskin etti. Çünkü o, bizi bize anlattı. Yitiğimizi bize hatırlattı. Meselelerimizin çözüm kaynağı oldu.
Ölümünün 700. sene-i devriyesinde kendisini rahmet ve minnetle andığımız Yunus Emre; gören gözümüz, tutan elimiz ve uçurumların eşiğinde kaldığımız bu kör çağda tutunacak yegâne dalımızdır. İnsanlığın, pusulasını şaşırdığı bu çağda onun izini iz eyleyenlerin menzili ilâhî hakikattir. Ne mutlu hayata Yunus’un gözüyle bakabilenlere! Ne mutlu onun yolundan ve izinden gidebilenlere! Ne mutlu onu ve onun dostlarını kendisine dost edinebilenlere! Ne mutlu Yunusça yaşayanlara ve Yunus’u ilelebet yaşatanlara!