“Kahrolası soluk benizli! kafa derin kemerimi süsleyecek.” Ne çocuk ne genç sayılmadığımız geçiş yıllarımız bunun gibi nice düşmanca söylemlerle dolu çizgi roman serilerini okumakla geçti.

Kızılderililer kafa derisi yüzen, çiftlik basan, tren soyan, atlarına eyersiz binen eli baltalı vahşilerdi. Kovboylar ise adalet peşinde koşan iyilik timsali beyaz adamlardı. Çizgi roman okumalarımızın ardından pazar günleri kovboy filmlerini izleyerek haftalık Amerika dozunu alırdık.

Biz çizgi roman okurken yaşça büyük olanlar foto roman okurlardı, özellikle kızlar. Çizgi romanlar hala var, görüyorum ama foto romanlara rastlamaz oldum.

Çekindiğimizden olsa gerek rüştümüzü ispat edene kadar büyüklerimizin “gavur işleri” dediği çizgi romanları ders kitaplarının arasında gizli gizli okurduk. Bu sakıncalı neşriyatları saklamak için çok farklı zulalarımız vardı. Yatak-yorgan katlarının arasına, kömürlüklere bir de açılınca yatak, kapatılınca koltuk olan en fonksiyonel icatlarımızdan çekyatlara saklardık.   Çekyata sakladıklarımız ne yazık ki çok çabuk ele geçirilirdi.

Arkadaşlardan Teksas, Tommiks, Zagor kitaplarını ödünç alırken geri vereceğimize dair büyük yeminler ederdik. Kitapları, yemini bozduğumuzdan değil de sakladığımız yerleri hatırlayamadığımızdan bazılarını da faili meçhul “indiragandi”lere kurban verdiğimizden geri veremezdik. O yaşlarda sürekli nakit para sorunu yaşadığımızdan bedelini misket, tipitip kartları ya da kendi el yapımımız bilyalı tahta arabayla Arafilboyu yokuşundan aşağıya birkaç tur attırarak öderdik.  O birkaç tur birkaç saat olur çıkardı. Bilyalımıza çöken tefeci arkadaşın peşinden öyle hızlı koşardık ki topuklarımız kıçımıza değerdi. Yetişemediğimizde hiç kimseye aldırış etmeden küfürün bini bir para olurdu.

Amerikan aklı Hollywood’u çok iyi kullandı, kullanmaya da devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında kana, göz yaşına sebep olurken filmlerde dünyayı kurtaran kahramanlarıyla gerçeği alt üst etmeyi başarıyor. Rambo ile Vietnam’da rehine kurtarmanın heyecanını yaşarken Amerika’nın Vietnam’da “ne işi var” diye düşünemiyorduk. Kötülerin korkulu rüyası Amerika’nın kahramanlarıyla özdeşleşirken Dünyayı kurtaran Cüneyt Arkın filmleriyle eğlendik, dalga geçtik.

Dikkatimi çeken bir nokta; belli bir yaşa gelinceye kadar insanlarda Amerika ile ilgili hep olumlu şeyler var. Ama belli bir yaşı geçtikten sonra (kemale eriyoruz galiba!) düşüncelerimiz değişiyor. Doğru topaldır, geç de olsa hedefe varıyor demek ki.

Beyaz adam 1492’de Amerika kıtasını keşfettiğinde buradaki yerli sayısının 10 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Avrupalılar itini, bitini, bulaşıcı hastalıklarını yeni kıtaya getirdikten sonra durum değişti. Kıta Avrupa’sında yaygın olan kızamık, suçiçeği gibi hastalıklar Amerika’ya taşındı. Türlü bulaşıcı hastalıkların getirdiği ölümler, iç kesimlere doğru göçe zorlanmaları, katledilmeleri nüfus içindeki oranlarını günden güne azalttı. Keşif zamanında Amerika nüfusunun yüzde yüzünü oluşturan kızılderililer bugün nüfusun sadece %2’si civarındadır.

Fırsatlar ülkesi Amerika’da fırsatların çoğuna ne gariptir ki hep Beyaz Adam sahip olageldi. Alaska Yerlileri, Kızılderililer hep geri itildi, bastırıldı. Peki sonradan yeni kıtaya köle olarak götürdükleri siyahilerin durumu çok mu farklı oldu? Onlarda da ezildi kakıldı. Topyekûn sömürüldüler hep beyaz adama hizmetkar edildiler. Can yakan gerçek;  rüyalar, özgürlükler, fırsatlar ülkesi Amerika’da herkesin eşit ama beyazların daha eşit olduğudur.

“Beyaz Türkler” tabirinin isim annesi Sosyolog Nilüfer Göle beyaz adamdan esinlenmiş midir bilmiyorum. Ama bildiğim; kastettiğinin şehirli, eğitimli, yüksek gelirli kesim olduğudur. Azınlık ama güçlü olan bu zümre, batı tipi yaşam tarzını benimsemiş, eğitimin bir kısmını veya tamamını yurtdışında almıştır. Kimini cemiyet hayatında, sosyetik mekanlarda kimini de sosyal sorumluluk projelerinde gördüğümüz çoğunlukla iş dünyasının kalbur üstü insanlarıdır. Medyaya, siyasete, ticarete bitmek bilmeyen istikamet verme sevdaları vardır. Bu seçkinlerin üstünlüğü sonradan kazanılmaz, kan yoluyla atadan, dededen gelir. Üst soyda mutlaka şeyhülislam, sadrazam, paşa, bakan ya da Sebatay, Selanik izleri vardır.

Onların da kendilerine göre vatanla ilgili idealleri olduğu muhakkaktır. Buzdağının görünen kısmında rejim, laiklik, cumhuriyet, hassasiyeti görünmeyen kısmında ise pastanın bölüşümüne yönelik parselasyon kavgaları hakimdir. Daha fazla kazanma isteği sadece onlarda mı var? Tabii ki hayır.

Patron yakınmalarının sadece belli bir merkezde toplandığını düşünmüyorum. Amerika nasıl ki fırsatlar ülkesi biz de fırsatçılar ülkesi olduk çıktık. Gücü, pazarı ele geçiren istediğini yapıyor. Yola çıkanlar geldiği yeri unutuyor. İnananı inanmayanı sermayelerini artıkça artırıyor. Olan market- pazar indirimlerini takip etmeye çalışan gariban vatandaşa oluyor.

Fırsat eşitliği ne yazık ki her dönemin klasik tartışma konusu olarak kalıyor. Maça 1-0 önde başlayanlar durumdan hiç de şikayetçi değiller. Ayrıcalığı, haksızlığı kendilerine hak olarak gördüklerinden bir rahatsızlık hissi yaşamazlar.

Kıssadan hisse

Nasrettin Hoca sıcak yaz günlerinde bir iftara davet edilmiş.  Sofrada büyük bir tasın içinde buz gibi hoşaf. Ev sahibinin önünde kocaman kepçe, Hocanın elinde ise küçük bir kaşık. Ev sahibi hoşafa kepçeyi daldırıp içtikçe “Of öldüm, bittim” diyormuş. Hoca artık dayanamamış “Hele şu kepçeyi ver, biraz da biz ölelim” demiş.

Hocayı bilmem ama derdimiz sofradaki herkesin kaşığı olmalı yoksa kepçenin peşinde değiliz.