Çoğu söylemlerini, vesayet karşısındaki duruşunu ve birçok politikalarını eleştirsek de Süleyman Demirel’in “Zengin toprakların fakir bekçisiyiz” sözü gelişmekte olan ülkeler liginden bir türlü üst lige çıkamayan bizim gibi ülkelerin yanı sıra sittin sene de fakir kalacak, gelişmemiş ülkeler için cuk oturan bir tanımlamadır.

Ormanları, mümbit ovaları, maden rezervleri, üç tarafı denizlerle çevrili, Asya ile Avrupa arasında jeopolitik konumu itibariyle büyük bir ülkeyiz. Yeter mi yetmez. Unutanlar için hatırlatayım. İlkokul yıllarındaki ezberlerimizden birisi de kendi kendine yetebilen birkaç ülkeden birisi olduğumuzdu. Şimdilerde Kanada’dan pirinç, Ukrayna’dan buğday aldığımıza bakmayın -gerçi stratejik nedenlerle olduğu söyleniyor- eskiden Konya tahıl ambarımızdı. Toprak büyüklüğü nedeniyle diğer ülkelerle mukayesesi çok sık yapılan Konya, şimdilerde suların çekilmesiyle oluşan obruklar nedeniyle haber oluyor. İklim değişikliği, küresel ısınma, vahşi sulama, kaçak sulama kuyuları bunların her biri başlı başına bir sebep ama yara daha derinlerde.

Konya büyüklüğündeki Hollanda’nın nasıl oluyor da bizden kat be kat daha fazla tarımsal ihracat yaptığını kendimize dert ediyor muyuz? Sorun biraz da popülizm ile stratejik planlama arasındaki git gellerden kaynaklanıyor gibi.

Ekonomik modellemeler sosyolojiden kopuk olduğunda ister istemez topraktan uzaklaşıp betona doğru kayıyoruz.

Özallı yıllardan itibaren “devlet ayakkabı, kumaş, salça üretmez” liberal safsataları ile var olan zenginleri daha da semirttik yetmedi yeni zenginler yarattık ve düşe kalka bu günlere geldik. Elbette ki derdimiz servet düşmanlığı değil.

O dönemlerde liberal tayfa “devlet don mu üretir” diye akıllarınca devletin iktisadi ve sosyal gücünü küçümsediler. Onlara göre Devlete güvenlik ve adalet dışındaki bir rol fazlaydı.

Özgürlükçü liberal hikayeler bir yana Devlet düzenleyici, denetleyici ve gerektiğinde ekonomik aktör olarak sahada olmalıdır. Serbest piyasayı adı gibi her şeyin “serbest” olduğu bir pazar olarak kabul ettiğimizde gelir dağılımındaki dengesizlik, enflasyon ve işsizlik başa bela olmaktan bir türlü çıkmaz.  Toplumun belkemiği orta direğin, dar gelirlinin önce ruhuna el Fatiha  ardından un helvasına kaşık sallarız.

Başta emekliler olmak üzere orta direğin yükünü taşıyan asgari ücretlilerin durumunu çay simit hesabıyla gargara yapmadan ciddi ele alırsak Belediyelerin işlettiği kent lokantalarının neden prim yaptığı düşüncesi de ister istemez ortadan kalkar.

Şimdilerde anormal fiyat artışı yapmasınlar diye üç harfli mağaza zincirlerinden bir yandan medet umuyoruz bir yandan da ceza keserek onları yola getirmeye çalışıyoruz. Adamlar o kadar büyük kazanıyor ki cezalar umurlarında bile değil. Olmadıkları yer yok, hemen hemen her mahallede varlar. Tarım kredi marketlerini piyasaya regülatör ve denge için soktuk ama diğerlerinden pek bir farkı olmadı gibi. Sadece harf sayısı diğerlerinden fazla o kadar.

Rahmetli Erbakan Hoca’nın “montaj değil ağır sanayi” dönemin seçim sloganı olmasının ötesinde bugüne uzanan özellikle savunma ve güvenlik sanayinde gittikçe artan yerli ve milli vurgusunun kutup yıldızıdır.

Mutfağı, bütçeyi doğrudan etkileyen Tarım’a savunma ve güvenlik kadar önem vermek acil bir zaruriyet arz etmektedir. Tohumdan, gübreye, tarladan markete kadar acil eylem planı devreye alınmalıdır.  Tarımda da yerli ve milli vurgusu ön plana çıkarılmalıdır.

Muhtemelen hepimize şimdilerde yerli malı haftası çok komik geliyordur. Evden getirdiğimiz elma, mandalina, fındık artık ne varsa kendi imkanlarımızla bir şeyler kutluyorduk. “Yerli malı yurdun malı” diyerek ülkeyi belki kurtarmıyorduk ama o küçük vücutlara kocaman bir şuur yerleştiriyorduk. Sonraları popüler kültüre, fast fooda,  hamburgere yendik düştük o da ayrı bir mağlubiyet olarak hanelerimize yazıldı.

Dün gibi hatırlıyorum. Sıranın üzerinde nohut, mısır, fındık, çay, pamuk vs. Ellerimiz uhu bulaşığıyla yapış yapış olmuş, Türkiye haritası üzerinde bu ürünleri nereye yapıştıracağız telaşındayız. Fasulyesi fazla olanlar mısır ile değiştiriyordu.

Konya’ya pamuk yapıştıranlar Samsun’a çay yapıştıranlar ile alay ediyordu kendince. Elindeki ay çekirdeklerini yapıştıracak yer bulamayanlar, çekirdekleri çitleyerek o yükten kurtulduklarını sanıyordu. Bazı uyanık tiplerin fındığın içini yiyip kabuğunu haritaya yapıştırması o günlerden ticarette başarılı! olacaklarının göstergesiydi sanki.

Fakirlikten mi yokluktan mı silgi, kalemtıraş kayıpları her zaman evlerde gündem maddesi olmuştur. Sürekli kaybettiğimiz, ısırmaktan, mıncıklamaktan perişan ettiğimiz renkli, kokulu silgiler dile gelse ağlarlardı herhalde. Hakeza uçlarını sürekli açmaktan tutamayacak kadar küçülmüş, boyunu uzatmak için arkasına tükenmez kalem kapağını geçirdiğimiz kurşun kalemler de ne zaman bu eziyet bitecek diye beklerdi muhtemelen.

Kitap ve defterlerini gazete sayfaları ile kaplayanlar ülke ekonomisine en büyük katkıyı sağlardı. Tıpkı defterin sayfaları bitince baştaki sayfaları silerek yeniden kullananlar gibi.

Ama gel gör ki defterleri yeniden kullanmamıza, üst sınıftakilerin kitaplarını almamıza, kalemleri artık tıraş edemeyecek kısalığa kadar kullanmamıza rağmen zenginleşemiyorduk ama karınca misali eve, aileye katkı sağlıyor en azından ilave yük getirmiyorduk kendimizce.

Ve en önemlisi şimdilerde çocuklarımıza kullanmayı unuttuğumuz Yok’un, Hayır’ın ne demek olduğunu biliyorduk.