Ramazan ayındaki ilk yazının bu aya özgü olmasını istedim. Peşinen belirteyim; niyetim içinde dini yatırımlar tavsiyesi olmayan bir Ramazan yazısı yazmak. Ekranlar, sayfalar bu işi layıkıyla yapanlarla dolu olduğundan ve öyle bir müktesebatım olmadığından gerek de yok zaten.

Hal böyleyken hurma, güllaç, pide güzellemeleri ile bir Ramazan yazısı da eksik kalır. Kalemin vermiş olduğu şehvet ile araya, bir-iki yere kamu spotu tadında mesaj yerleştirmeden kendimi alıkoyamayacağımı da itiraf ediyorum.

Şuncağız ömrümde öğrendiklerimden biri de zamanın her şeyi yendiğidir. Zaman, iyi kötü hemen hemen her şeyi tüketme telaşı içinde bir yerlere doğru hızla koşuyor. Ardından koştuklarımıza bir türlü yetişemiyoruz. Beklediklerimiz ise tozu dumana katarak bakışlarımızın arasından, avuçlarımızın içinden rüzgâr gibi geçiyor. Ve Unutamadıklarımızın dışında hatırlamak istemediklerimiz birkaç damla yaş eşliğinde hafızamızın sağır odalarında zaman zaman arz-ı endam ediyor.

Metin Erksan’ın yönettiği Hülya Koçyiğit ve Erol Taş’ın başrol oynadığı 1963 yapımı Susuz Yaz filmi ismi nedeniyle ilk orucuma en uygun film olurdu herhalde. İlk orucun yazın en uzun ve sıcak günlerine denk düşmesi yüzmeyi okyanusta öğrenmek gibiydi. Güneş gün boyu değil de yıl boyu hep tepedeydi sanki. Su çok yakındı ama uzanamayacağımız kadar çok uzaklardaydı.

Ramazan ayının kendine has lezzetleri vardı. Mesela bizim “kaymaklı” dediğimiz ecnebilerin mereng dediği yumurta akı, şeker ve çok az tuz kullanılarak yapılan bir nevi köpüklü beyaz kurabiye fırınlarda bolca yer alırdı. Biz çocuklar bu tadı çok severdik ve Ramazan dışında da olsun isterdik. Yumurtanın sarıları Ramazan pidelerinde kullanıldığı için kalan yumurta akı böylece değerlendirildi. Kaymaklının Ramazan tezgahlarında neden daha çok yer aldığı sırrını çok sonraları öğrendik.

Önceleri Ramazan pidesi sadece ramazanda çıkardı. Şimdi yılın her vakti bulunabiliyor. Belki de bu yüzden pidelerde eski tadı bulamıyoruz. Ramazan ayında fırından pide almak özel ihtisas gerektiren bir konudur. Pidenin bol susamlı, pişkin olmasının yanı sıra sıcak olması devlet meselesidir. Öyle bir zamanla yapılmalı ki fırından pideyi alıp eve girdiğin işte o an ezan okunmalıdır. O an sofraya yetiştirdiğin sıcak pide, senin hayat mücadelesine attığın dev bir adımdır. Fırından tek başına pide alabilen çocuk artık büyümüştür. Emin olun bu çocuğu gönül rahatlığıyla şehir dışındaki bir üniversiteye gönderebilirsiniz. Gözünüz arkada kalmasın.

Komşular arasındaki yemek alışverişinin getir götürcüsü olmak en isteksiz yapılan görevlerden birisiydi. Diğeri de sular kesilince mahallenin en uzak yerindeki çeşmeden eve su taşımaktı. Bedenler küçük olunca iki elimizde taşıdığımız birkaç litrelik su kapları, gittikçe ağırlaşır ellerimizde izi kalırdı. Eve vardığımızda bir sonraki su taşıma operasyonuna daha istekli gitmemiz için tanker ile su getiren bir kahraman edasıyla karşılanırdık. Kendi evine bin bir naz, niyaz ile su taşıyan bizler, ufak bir nakliye bedeli mukabilinde su taşımak için kimi kimsesi olmayan teyzelerin kapısının önünde atıl kurt pozisyonunda beklerdik.

Sıkça karşılaştığım durumlardan birisi de sigara tiryakilerinin Ramazanda en ufak bir şeyde çıngar çıkarmak için pusuda beklemesiydi. Kullanılmak üzere hazırda beklettikleri “Sigara hiç içmedim” mazereti her zaman vardır. “İçmediysen bana ne? Ben de su içmedim” karşı atağı onları sakinleştirmeye hiç zaman yetmez.

En kısa zaman birimi; müezzinin akşam ezanını okumaya başladığı an ile parmakları, sakalı, bıyığı sararmış tiryakinin sigarasını yaktığı an arasıdır. Filmlerde silahını hızlı çektiğini sanan kovboylar bu hızı görse silahını usulca kılıfına gerisin geri yerleştirirdi. Sigara ile değil de hurma ya da zeytin ile açmanın sevap olduğunu söylemek de nafiledir.

Sakız çiğnemenin orucu bozup bozmadığına dair dini magazin tartışmaları o dönemlerde de vardı. Şimdi kaçak maç yayını izlemenin günah olup olmadığına dair nur topu gibi güncel meselelerimiz var. Bir de komşunun internetini kullanmanın çekiciliği, internetin çekim gücünden daha cazip olunca şeytan hiç boş durur mu?

Ne yazık ki başkalarının yaptığı yanlış bizim doğrumuz oluyor. Yanlışı, kötüyü işimize geldiği gibi kullanır olduk. Kullanmasak kanıksadık, kanıksamasak görmezden gelir olur olduk.

Nedense bu dünyaya ait konularda bizden daha iyi durumdakileri kendimize örnek alıyoruz ya da imreniyoruz. Daha iyi evi, arabası, işi olanı gibi. Öteki dünyaya yönelik konularda ise görece bizden karnesi daha kötü olanları göz önüne getirerek “durum çok da kötü değil”in peşindeyiz. Namazı, orucu, zekâtı ıskalayanların bize verdiği ferahlığın sersemliğindeyiz.

Mübarekler kendilerini yakmışlar bizi de yakacaklar. (Buradaki yanmak cehennem ateşi değil. Haşa! haddimize düşmez istikamet vermek) Bu dünya ve öteki dünyaya yatırım konusunda örnek aldıklarımızı yer değiştirirsek felaha kavuşuruz.

Asıl tehlike kendimize göre daha aşağıda konumlandırdığımız kişilere üstenci bakışımız. Bu zaviye “Kibir” hastalığına yakalanmamıza neden olabilir, aman dikkat. İzleyenler hatırlar; Şeytanın Avukatı filminde geçen unutulmaz bir replik vardır. “Kibir, Şeytanın sevdiği en büyük günahtır.” Kaldı ki kibir ve büyüklenme şeytanın cennetten kovulma nedenidir.

Yaratan, İlah, Rab, Peygamber, cennet, cehennem, kâinat, vahiy, tebliğ hepsi derin mevzular. Şimdi inananı var inanmayanı var. Ateisti, deisti, agnostiki var. 

Siz inananlardan olun.

Ramazan ayının muhasebe, muhakeme ve murakabe ayınız olması dileğiyle.

Hayırlı Ramazanlar.