‘Eskiden fakirlik vardı. Yazdan yapardık kış hazırlıklarını. Fasulye turşuları kurardık, balık, kemikli et, bıldırcın, tuzlardık. Mısır unu yapardık.
Bütün kış bunları yerdik.’ diyor yaşlı Karadeniz kadını…
Bu sözler, eskinin bereketini bir kez daha gün yüzüne çıkarıyor.
Böyle fakirliğe can kurban dedirtiyor!
Düşünsenize, gökten kuş yağıyor, denizden balık çıkıyor, topraktan mahsul fışkırıyor.
Ne su, ne deniz, ne hava, ne de toprak kirli!..
Belki de “havasına suyuna, taşına toprağına/ bin can feda benim yurduma” şarkısı bile henüz çıkmamış.
Evet tabii, bakıyorum, ‘Memleketim’ şarkısının çıkışı 1974.
Havanın, suyun, temiz olmasının son derece olağan olduğu zamanlar…
Derelerin akışına henüz müdahale edilmemiş.
Çay tarımında kontrolsüzce gübreleme yok!
Su ve toprak, gübrenin zehrinden nasibini almamış!
Mart ve Nisan aylarında kara kara düşüneceğimiz zamanlar gelmemiş!
*
Biz tüm bunlara dertleniyorken, Erzincan’da altın madeni faciası yaşanıyor.
Üstelik, kıyamet senaryosu gibi!
Nasıl olur diyorsunuz. Nasıl olur?!
Oysa ben; bu yazının başında yaşlı teyzeden aktardıklarımı, derin dondurucuya bağlayarak devam ettirecektim!!!
‘Derin dondurucu çıktı, mertlik bozuldu’ diyecektim!
Tuzlanan balıklar da et de bıldırcın da aklınıza gelebilecek her şey, artık tuzlu değil buzlu diyecektim!
Turfanda tüketiminden kaçan insanın; bulduğu en pratik çözüm diyecektim…
Yazı, kışa taşıyan, teknolojik bir formül diyecektim…
(Her ne kadar bazı doktorlar, dondurulmuş gıdayı önermiyor olsa da…)
Hatta ve hatta size yeni öğrendiğim çok önemli bir faydasından da söz edecektim…
Faydası, uyuz vakalarında kıyafet temizliği sağlaması.
Nasıl mı?
Uyuz denen akar, 90 derecede kaynatıldığında bile ölmüyormuş!
Dikiş aralarında canlı kalabiliyormuş!
Ancak, dondurucu soğukta ölüyor!
Bunun için kıyafetleri bir poşet içinde derin dondurucuda üç dört saat bekletmek yeterli. Bunu deneyerek keşfetmiş bazı doktorlar, ‘Böyle yapın’ diyorlar.
Uyuz akarına öyle diyorlar da acaba arsenik ve sülfürün suya karışma ihtimaline ne diyecekler?
Ahh Erzincan!
‘Havasına, suyuna, taşına toprağına…’
Neler oluyor, memleketime?