Kurtuluş Savaşımızın en zor günlerinde Türk ordusunu coşturacak, Fransız devrim marşına benzer bir marş arayışı içine girişilmiştir. Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa, dönemin Milli Eğitim Bakanı Rıza Nur’a giderek bir marşa ihtiyaç olduğunu, bunun temini için 500 lira ödül verebileceklerini dile getirmiştir.

Rıza Nur, Moskova’ya gönderilince marş meselesi yeni bakan Hamdullah Suphi Bey’e kalmıştır. Neticede bir yarışma yapılmasına karar verilmiş ve kazanan kişiye de 500 lira verileceği ilan edilmiştir.

Yapılan 724 başvurudan hiç biri marş olmaya layık görülmemiştir. O günlerde hemen herkes Mehmed Akif’in bir marş yazarak yarışmaya katılmasını istiyordu. Fakat böyle milli bir meselenin temini noktasında yarışma usulünün tercih edilmesine kızan Akif’in marş yazmaya hiç niyeti yoktur. Üstelik para ödülü verilmesine de karşıdır.

Kendisine yapılan baskılara rağmen, marş yazmamakta ısrar eden Akif’i ikna eden kişi ise en yakın arkadaşı Hasan Basri Beydir. Ödülün bir yardım kuruluşuna verilmesi karşılığında ikna olan Akif, başta Taceddin Dergâhı olmak üzere, mecliste ve bazen Hâkimiyet-i Milliye Gazetesi bürosunda marşı yazmaya başlamıştır.

Akif marşı yazdığı süre zarfında arkadaşlarının deyimiyle istiğrak yani dalgın ve etrafına karşı duyarsız bir vaziyet içine girmiştir. Mesela bir gece Taceddin Dergâhında bulunduğu sırada sabah namazına kalkan bir kişi Akif’in odasından garip seslerin geldiğini duymuş ve odasının kapısını çalarak ne yaptığını sormuştur. Akif, mahcup bir tavırla uyku veya uyanık olduğu bir sırada (belki de rüyasında) aklına bir dörtlük geldiğini, unutmamak için hemen yazmak istediğini fakat bu sırada kalem bulamadığını ve son çare olarak mangaldaki kömürle duvara yazdığını ifade etmiştir. Müthiş bir manevi yoğunluk içine giren Akif, kimi zaman ağlayarak, kimi zaman dalgın, kimi zaman düşünceli bir halde marşı kaleme almıştır.

Neticede 12 Mart 1921 gününe gelindiğinde Büyük Millet Meclisi’nde Akif’in yazdığı ve Türk Ordusuna ithaf ettiği marş, alkışlar eşliğinde kabul edilmiştir. Alkışlar meclisin tavanını inletirken vekiller Akif’i görmek istemiş, Akif ise utangaç bir tavır içinde adeta saklanarak, meclisten çıkmıştır.

Ömrü boyunca maddi zorluklar çeken, İstanbul’da kiracı olarak taşınmadığı semt kalmayan, sırtında doğru dürüst bir montu dahi olmayan Akif, kendisine verilmek istenen ödülü almamıştır. 500 lira gibi o günler için hatırı sayılır bir ücreti Dar’ül Mesai adlı vâkıfa bağışlayan Akif, İstiklal Marşı’nı kendi kaleme aldığı Safahat adlı eserinin içine de koymamıştır. Neden koymadığını soranlara ise “Bu marş benim değildir artık o milletin olmuştur” diyerek cevap vermiştir.

İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif, Milli Mücadele sona erince maalesef ikinci TBMM’ye alınmadığı gibi istenmeyen biri olarak görülmeye başlanmıştır. En yakın arkadaşı Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi sonrası iyice morali bozulmuş, hayal kırıklığına uğramış ve ardından Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştır.

1936 yılında Türkiye’ye dönen Akif, artık hastadır. Vefatından önce ziyaretine gelen arkadaşlarına “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” diyerek dua eden Akif 27 Aralık 1936’da vefat etmiştir. Fakat kendisine bir devlet töreni dahi çok görülmüş, dönemin vatansever gençleri aralarında para toplayarak Akif’in cenazesini kaldırmıştır.

Neticede bugün Millet olarak Akif’e vefa borcumuz vardır. Bize düşen görev gençlerimize O’nun edebi kişiliğiyle birlikte vatanseverliğini ve dürüstlüğünü öğretmektir.