Kırım Savaşı’nın ardından 1856 yılında Paris’te imzalanan antlaşmada Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılmıştır. Buna göre Osmanlı, Avrupa devletler topluluğunun bir üyesi olarak kabul edilmiş, toprak bütünlüğü de bu devletlerin garantisi altına girmiştir.

Fakat ne hazindir ki bu antlaşmanın imzalanmasının ardından çok da uzun bir süre geçmemiştir ki Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devleti adeta parça parça edilmiştir.

Emperyalistler daha sonra gerek Trablusgarp gerekse de Balkan Savaşlarında ve nihayet Cihan Harbi’nde aynı tutum içine girmişler Osmanlı Devleti’nin parçalanması için her yolu mubah görmüşlerdir.

Neticede Osmanlı Devleti, Cihan Harbi sonunda diğer iki büyük imparatorluk gibi tarih sahnesinden silinmiştir.

Temelde güvensizliğe dayanan Osmanlı-Avrupa ilişkileri Cumhuriyet döneminde de bir süre bu şekilde devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan komünizm tehlikesi, Türkiye’yi hızla batı bloğu ve ABD ile yakınlaştırmıştır.

Bu yakınlaşma sürecinde Avrupa’da da değişimler yaşanmış, daha önce karşıya gelen Almanya ve Fransa’nın bir daha savaşmaması için tedbirler alınmış, Avrupa siyasi ve ekonomik olarak birleşmeye başlamıştır.

Fransız düşünür Jean Monnet’in formüle ettiği, kıta Avrupa’sında barış ve sükûnu kalıcı kılma düşüncesi gittikçe güçlü bir doktrin haline gelmiş ve Avrupa Birliği’nin temelini oluşturan ilk adım, dönemin Fransa Dış İşleri Bakanı Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950 tarihli çağrısıyla gerçekleşmiştir.

Türkiye de bu oluşuma kayıtsız kalmamak adına harekete geçmiş ve Bakanlar Konseyi, Türkiye’nin ortaklık başvurusunu kabul etmiştir. 1963 yılında Ankara Antlaşması ile Türkiye, tam üyelik için resmen başvurusunu yapmıştır.

 

Avrupalılar Türkiye’yi 1978’de AB’ye (o zamanki adı AET) davet etmişlerdir. Dönemin Başbakanı Ecevit ise AB yetkililerini şaşkına çevirircesine bu teklifi reddetmiş oysa aynı günlerde Yunanistan AB’ye üye olmuştur.

Tarihsel sürece baktığımızda Türkiye, bir yandan kendi geri kalmışlığını telafi edebilmek için batılılaşma çalışmaları yaparken diğer yandan siyasal ve sosyal olarak örnek aldığı batılı devletlerin saldırılarından kendisini korumaya çalışmıştır. Yani Türkiye, “batıya rağmen batıcılık yapmıştır”.

1856’da Osmanlı Devletine, “Avrupalısın” diyen fakat daha sonra onu parçalayan emperyalistler, 1961’den bu yana kapısında beklettikleri Türkiye’yi kendi aralarına almakta tereddüt göstermişlerdir.

Neticede AB, daha sonra getirdiği siyasi ve ekonomik kriterler nedeniyle Türkiye’nin artık üye olması hayal olan bir kurum haline gelmiştir.

Oysa Türkiye artık bölgesinde güçlü bir aktör olarak AB’ye üye olma hedefinin yanında alternatif birlikteliklere ve stratejik ortaklıklara yönelmelidir.

Yıllarca Türkiye’yi oyalayan AB yerine, Türk dünyasıyla bütünleşme çalışmalarına hız verilebilir. Bu arada Brics gibi yeni organizasyonlara da yönelmek gerekmektedir. 

Ukrayna ve Filistin meselelerinde de açıkça görüldüğü üzere beyin ölümü gerçekleşen ve dünya siyasetinde artık eskisi gibi etkili olamayacağı anlaşılan AB, Türkiye’nin tek önceliği olmak zorunda değildir.

1964’de içinde ağır ifadeler bulunan Johnson Mektubu’nun basına sızmasının ardından Türkiye’nin haysiyeti yara almış buna karşın dönemin başbakanı İsmet İnönü, tarihe geçen şu ifadeleri kullanmıştır: “yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu dünyada yerini alır”.

Esasen bu söz dış politikada hiçbir kurumun ya da anlayışın vazgeçilmez olmayacağı gerçeğini bize bir kez daha hatırlatmaktadır.