Geçmişten günümüze ekonomik darboğazlardan kurtulmak isteyen hükümetler, genellikle finansman açığını kapatmak için vatandaşın kapısını çalmıştır. Bu durum, Osmanlı’dan bu tarafa hiç değişmeden günümüze kadar gelmiştir.
Hükümetler bilhassa siyasi ve ekonomik olarak zor günlerde, vergi almak için daha cesaretli bir tutum içine girmişlerdir. Yani sıkıntılı günler, iktidarları daha radikal kararlar almaya sevk etmiş, olağanüstü dönemler olağanüstü şartları da beraberinde getirmiştir.
İkinci Dünya Savaşı yılları da Türkiye için olağanüstü bir dönem olarak tarihe geçmiş, savaşın başlamasının ardından bir milyonun üzerinde erkeğin silâhaltına alınması, var olan kaynakların savunma hizmetlerine yöneltilmesi, üretimin azalmasına ve ithalatın düşmesine neden olurken piyasalarda karaborsa ve yolsuzluklar görülmeye başlamıştır. Milli Korunma Kanunu’nun getirdiği düzenlemeler de kötü gidişi durdurmaya yetmemiştir.
Krizi derinleştiren etkenlerden biri de hükümetin izlediği ekonomi politikasıydı. Zira piyasaya sürekli para arz edilmesi ve bu paraların karşılığının olmaması enflasyonu yükseltmiş, 1941 yılında tüketici fiyat endeksi %175,3’ten %339,6’ya çıkarak % 98’lik bir artış göstermiştir.
Görüldüğü üzere 1942 yılına gelindiğinde savaşın ivedi finansmanını sağlamak için yeni önlemlerin alınması gerekmiştir. Bu durumda tek çare halka başvurmak ve yeni vergiler ihdas etmekti. Oysa savaş başladıktan sonra Kazanç Vergisi, Milli Müdafaa Vergisi gibi olağanüstü nitelikte birçok yeni vergi yürürlüğe konmuş ayrıca katma değer oranı artırılmıştı.
Bunun üzerine hükümet gözünü savaş yıllarında iyice zenginleşen büyük sermaye sahiplerine çevirmiş, Varlık Vergisi adı altında yeni bir uygulamaya gidilmiştir.
Varlık Vergisi Kanunu’nu uygulamaya koymak için her vilayette komisyonlar kurulmuş ve bunlar on beş gün içinde mükelleflerin ödeyecekleri vergi miktarını tespit etmeye başlamıştır.
Fakat gerçekçi olmak gerekirse Varlık Vergisi, vergi hukuku açısından büyük sorunlar taşıyordu. Mesela vergi oranlarını belirleyecek olan komisyonlar adeta birer devrim mahkemesi gibiydi. Zira kararlara karşı idarî ve adlî yargı organlarında dava açılamazdı.
Hukuki alt yapı eksikliği ve anti demokratik hükümler içerdiği noktasında eleştiriler getirilen kanunun uygulanma biçimi ise daha büyük tepki toplamıştır. Mesela verginin itiraz ve temyiz haklarını getirmemesi, isteklerin bireysel ve siyasi yakınlıklar kullanılarak iletilmesine yol açmıştır. Kişisel hırs ve kinler keyfi vergi artırımlarına neden olmuş, keyfi vergi indirimleri de adam kayırmayı ortaya çıkarmıştır.
Bu süreçte siyasi yakınlıklar kullanılmış, Adana, İzmir ve İstanbul'da vergiyi ödemeden önce Ankara ile ilişkiye geçildiği görülmüştür. Bunlara ek olarak vergiyi ödeyemeyen veya kasten ödeme yapmayan kişilerin zorla Aşkale’ye gönderilerek yol yapımında çalıştırılması da ayrı bir tartışma konusu olmuştur. Zira kanunun yürürlüğe konulmasının ardından toplam 1229 kişi zorunlu olarak Aşkale’ye gönderilmiştir.
Son günlerde KDV-ÖTV-MTV gibi vergilerin oranlarının artırılması akıllara yıllar önce kabul edilen Varlık Vergisi Kanunu’nu getirmektedir. Oysa iki kanun arasında büyük bir fark bulunmaktadır. Günümüzdeki vergi artışları toplumun tüm kesimlerini bağlarken, Varlık Vergisi belli bir gelirin üstünde olan kişiler için tahakkuk ettirilmişti.
Neticede Varlık Vergisi’nin hukuki bazı sakıncalar taşıdığı bir gerçektir. Fakat kanunun ruhunda var olan “zenginden alıp fakire verme anlayışı” hiç de küçümsenmemeli ve günümüzde de dikkate alınmalıdır.