Dün 18 Mart’ın yıldönümü idi. Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Böyle tarihin kulağına fısıldıyordu Mehmet Akif Ersoy. Yokluk, yoksulluk, naçar kalmışlık kıskacında Türk toplumuna. Türk askerinin at gübresindeki buğdayları temizleyerek yemek suretiyle ayakta kalmaya çalışmakta idi. Elif bacıların bir yandan çocukları diğer yandan çocuklarından daha aziz gördüğü kağnısı var idi. Büyük ozan Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Elifin Kağnısı” şiirindeki:”
“Aman Kocabaş, ayağını öpeyim Kocabaş,
Vur beni, öldür beni, koma yollarda beni. Büyüdü gözleri, büyüdü yürek kadar
Kalır mı Mustafa Kemal'in kağnısı, bacım
Kocabaşın yerine koştu kendini Elifçik,
Yürüdü düşman üstüne, yüceden yüceden”.
Söyleyişindeki anlamı kavramak meselenin özü idi.
Her türlü yoksulluğa, büyük bedeller ödemeye rağmen Elif’in kağnısına kendisini koşarak cephedeki askere mühimmat yetiştirmeye çalışmasını çok iyi düşünmek, durup tekrardan düşünmek gerekir. Yoksa bir zafer uğruna nelerin feda edildiği, ne gibi fedakarlıklar yapıldığı dahası kendi öz canını feda etmeyi göze almış şerefli, kanı pak insanların emekleri vardır bu kutsal mücadelenin içerisinde.
Bedel ödemeden toprak parçası milli sınırlar olarak belirlenemez. Yoksa hazır elde edilmişler ile başı dönenler vatan topraklarının değerini bilemez, düşünemez, en önemlisi o ulvi his ve heyecanı kalbinde hissedemez. Emeksiz, gayretsiz ve her şeyden önce sevdasız vatan yapılamaz. Dedelerimizin bunca gayreti vatan sevdasındandı. Bu nedenle eli kınalı yavuklusundan ayrıldı, çocuğunu beşikte göremeden sadece vatan toprağının kutsiyeti uğrunda cepheden cepheye savrulmuş bu kahramanlarımıza ne kadar duada bulunsak yine de azdır. Tüm vatan toprakları uğrunda şehit düşmüşlerimize yüce Tanrı’dan rahmet diliyor, manevi huzurlarında saygıyla eğiliyorum.