Türkiye Cumhuriyeti, binlerce yıllık devlet geleneği, milletinin birlik ve beraberliğinden aldığı güçle bugün de her türlü tehdit karşısında dimdik duruyor.

Son günlerde yeniden gündeme gelen demokratik açılım süreci, bu milletin birliğini pekiştirmek, kardeşlik hukukunu yeniden hatırlatmak ve yıllardır süren terör sarmalına son vermek için başlatılmış bir adımdır.

Demokratik açılım süreci, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kendi vatandaşlarıyla daha sağlıklı, daha katılımcı ve daha güçlü bir bağ kurma çabasının adı olmalı.

Bu süreç, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayan vatandaşlarımızın yıllardır süregelen ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının çözümünü hedef almalıdır.

Ancak bu çözüm arayışı, devletin güvenliğinden, milletin birliğinden, adaletin temel ilkelerinden asla taviz vererek yürütülmeyeceğinin de bilinmesi gerekir.

Bu adım, asla ve asla teröre, bölücülüğe ya da bir katilin aklanmasına yönelik olmamalıdır.

Devlet, eli kanlı terör örgütü mensuplarıyla değil, halkıyla konuşur.

Demokratik açılım, Kürt kardeşlerimizin yıllardır maruz kaldığı sosyoekonomik geri kalmışlığı ortadan kaldırmak, kültürel haklarını anayasal çerçevede güvence altına almak, onları bu toprakların eşit ve şerefli yurttaşları olarak onurlandırmak içindir.

Lakin bu süreç, asla ve asla 40 bin insanın kanını dökmüş bir bebek katilinin serbest bırakılmasıyla sonuçlanmamalıdır, sonuçlanmayacaktır.

Hiçbir demokratik süreç, eli kanlı bir terör örgütünün siyasi aracı haline gelemez, getirilemez.

40 bin insanın katili olan bir caninin serbest kalması, ne barışa hizmet eder ne demokrasiye. Aksine, bu milletin acılarını derinleştirir, toplumsal yaraları daha çok kanatır.

Çünkü adalet terazisi şaşarsa, barış da yerle yeksan olur.

Devlet aklı, adalet terazisini titizlikle tutmakta; barış ile ihaneti birbirinden ayırt etmelidir. Mahkemede "üzgünüm" demekle, "pişmanım" demek arasındaki farkı bilecek kadar derin bir hafızaya ve tecrübeye sahiptir bu millet.

İmralı’da yatan bir katilin kaderi, ne bir milletin kaderinden, ne de şehitlerimizin emanetinden üstündür.

On binlerce şehit anasının yüreğinde yanan ateş, bu ülkenin vicdanıdır.

Bu vicdan, bir gün dahi unutturmaz ki; affetmek, unutmaktan geçmez.

Barış, adaletle gelir.

Gerçek barış; geçmişi inkâr ederek değil, yüzleşerek, ama hainliği asla ödüllendirmeyerek tesis edilmeli.

Demokratik açılım süreci; devletin milletiyle daha güçlü bir bağ kurması, vatandaşların aidiyet duygusunu artırması ve bölge halkını terörün karanlık kıskacından kurtarması adına elbette önemlidir.

Ancak bu süreçte “ihaneti ödüllendirme” gibi bir yanılgıya düşülmesine asla müsaade edilmemelidir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin onuru, şehitlerinin hatırası, milletin birlik ve bütünlüğü her şeyden önce gelir.

Demokratik açılımın hedefi; kimlikleri özgürleştirmek, toplumsal huzuru sağlamak, kardeşliği yeniden tesis etmelidir elbette ama bu kardeşlik, bebek katillerinin serbest kalmasıyla değil, hukuk içinde hesap sorularak sağlanmalı.

Barış; mağdurun duasını alan, mazlumun gözyaşını dindiren, adaletle gelen bir barış olmalıdır.

Siyasi olarak bu çok net bir duruştur: Terörle müzakere değil, mücadele edilir.

Devlet, bir terör örgütüyle pazarlık masasına oturmaz; halkıyla konuşur, vatandaşına kulak verir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kırmızıçizgisi; milletin birliğidir, şehitlerin emanetidir, bayrağın namusudur.

Biz barışa evet diyoruz, ama ihanetle gelen barışa da hayır.
Kardeşliğe evet, terörist başının özgürlüğüne asla.
Adalete evet, geçmişi unutturmaya hayır.

Bu yük, ne bir annenin ne bir milletin sırtına tekrar bindirilemez.

Barış istiyorsak, önce adaletle başlayalım.

Barışın adı bu topraklarda adalet olsun.

Evet, terörsüz bir Türkiye’yi istiyoruz.

Kardeşliğin, eşitliğin, barışın hâkim olduğu bir Türkiye’yi.

Ama bu barış; hukuk içinde, devletin vakarını koruyarak ve asla teröre taviz vermeden sağlanmalıdır.

Bebek katiline özgürlük, asla bu milletin vicdanında karşılık bulmaz.

Barışa evet, ihanete hayır.