Para, reyting, görünürlük uğruna televizyon yapımcılarının, video içerik üreticilerinin, sosyal medya fenomeni dediğimiz zibidilerin, neleri yapamayacağını artık düşünemez oldum. Kıymaya domuz eti koyanlardan daha masum olmayan bu arsızlar toplum ve ruh sağlığımızı gün geçtikçe daha çok tehdit ediyor.

Sadece televizyonlar değil, ekranlarda gördüğüm her çirkinlikte aklıma rahmetli Erbakan Hoca’nın televizyonları kastederek söylemiş olduğu “bunların her bir kanalından necaset akıyor” tespiti gelir.

Dizilerin, filmlerin bir yerine sıkıştırdıkları subliminal mesajlar nedeniyle yabancı sermayeli Netflix, Amazon Prime gibi yayın platformlarını haklı olarak eleştiriyoruz. Hemen hemen her yapımda LGBT bir karakter ya da genel ahlaka aykırı bir içerik muhakkak oluyor.

Ecnebiler yapar da bizimkiler! geri kalır mı? Yerli dediğimiz Exxen ve ana akım medya kanallarında durum çok farklı değil. Dizilerde, yarışmalarda ürün yerleştirir gibi bu karakterleri gözümüze sokuyorlar. Ne hikmetse hepsi de sempatik, yardımsever ve eğlenceli. İçlerinden bir tanesi de alavere dalavere yapsın ama ne mümkün. İster istemez aklıma eski Türk filmlerinde üçkağıtçı olarak karakterize edilen din adamları geldi.

Elin gavuru, bizimkilerin bize yaptığı gavurlukları görünce “ben nasıl düşünüp, yapamadım” der, saygıyla ayağa kalkar ve önünü ilikler.

Maksatlı ya da değil ailenin ve toplumun DNA’sını tahrip eden bu şuursuz zevat dışarıdan fonlanıyor mu? Açıkçası şüphelenmiyor değilim.

Niyetler algı yaratmak üzerine olunca kameranın gücünü, ekranın sihrini hoyratça kullanmaktan geri kalmıyorlar.

Ne yazık ki televizyon ve sosyal medya marifetiyle berrak zihinler, genç dimağlar dört bir yandan kirletiliyor. Sadece gençler mi? Ortancası, yaşlısı herkes tehdit altında ve olup bitenleri maalesef sadece izliyoruz. Toplumun tüm katmanlarını tehdit eden bir çürüme ve yozlaşma ile karşı karşıyayız. Toplumdaki varolan çürüme ekranlara mı yansıtılıyor yoksa ekranlardan topluma “normal” algısı verilerek yol mu gösteriliyor? Kanaatim; yumurta-tavuk ikilemi gibi değil. Bileşik kaplar misali her iki durum birbirini besliyor.

Anormallikler normalleştiriliyor, yeni normaller yaratılmaya çalışılıyor. Anlayacağınız; üzümü üzüme baktırarak karartıyorlar.

Geçtiğimiz günlerde yaşanan bir olay, rezaletliği sayesinde ülke gündeminin çok yoğun olmasına rağmen en çok konuşulur konularından biri oldu. Detay vermeye gerek yok. Damat-kaynana kelimeleri hatırlamanıza yetecek. Olayın asıl düşündürmesi gereken yanı; bu iğrençliğin milyonların karşısında utanmadan, sıkılmadan nasıl rahatça konuşuluyor, konuşturulmasına imkan sağlanıyor.

Bu son çirkinliğin, yerli ve milli olmanın her şart ve zeminde öneminden bahseden kırmızı logolu bir kanalda yaşanması aslında tehlikenin ne kadar da büyük olduğunu göstermiştir. Paranın dini, imanı olmadığı gibi reytingin de olmadığını görmüş olduk.

Herkesin malumu gündüz kuşağı yayınlarında, önceden evlilik programları ile şimdi de kim kiminle kaçtı tekmili birden millete necaset izlettiriliyor. Mahremiyet ve ilişkiler sere serpe ortaya saçılıyor. Tüm bunlar yetmiyor gibi yerli dizilerle üzerine tüy dikiliyor. Boğaz manzaralı yalılar, köşkler, ne ürettikleri belli olmayan plaza çalışanları, elinde bir dosya ile zengin babanın fırlama oğluna sunum yapan manken gibi kızlar. Kocaman cipler, güzel kızlar, yakışıklı oğlanlar, türlü entrikalar ve olmazsa olmazı karmaşık ilişkiler. İnandırıcı olsun diye de “gerçek hayattan uyarlanmıştır” ibaresini ekrana konduruyorlar. Ve biz de afiyetle yiyoruz.

Sapkınlık ve çarpıklıklar, televizyonlarda sıklıkla gösterilince kanıksanıp normalleşiyor. Normalleşince de uygulanmasında herhangi bir beis görülmüyor.

Bu zamana kadar ayıpladığımız, ulu orta konuşmaktan haya ettiğimiz, ocaklar söndüren pavyon hayatının meğer ne kadar da sevimli ve eğlenceli olduğu gerçeğini! televizyondan öğrenmedik mi?

Hatırlayanlar mutlaka olacaktır. Bir çamaşır deterjanının reklam sloganı “kirlenmek güzeldir” halen ara sıra rastlıyorum. Kastedilen kirlenmeyi yanlış anlamış olmalıyız. Zira bu kadar kirli çamaşırı yıkamaya deterjan yetmez.

“İzleme” demek işin en kolayı ve tam da “onların” istediği bir cevap. Ayağınızdaki ağrıyı doktora söylediğinizde doktorun size “ayağının üzerine basma” demesi ya da musluğunuzdan kirli su aktığını belediyeye şikayet ettiğinizde “İçme” cevabı almak gibi bir şey olmaz mı?

Bıkmadan usanmadan söyleyeceğiz, şikayet edeceğiz. Kabullenmeyeceğiz kanıksamayacağız.

Yeni normallerimiz yapılmak istenen kirli “anormallikler” içerisinde zor ama güzel olanı temiz kalabilmektir. Yoksa şairin dediği gibi “Ne kadar rezil olursak o kadar iyi/ Ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi” olmanın övünülür hiç bir tarafı yoktur.

Şartlar ne olursa olsun asıl mesele; Züleyha karşısında Yusuf olabilmektir.