Benimkisi sadece “Geçmişe Yolculuk” değil. Biraz da “Pandora’nın Kutusu”nu hatırlatmak… Hemen herkesin tarafları sağduyuya davet ettiği… Kimselerin elinden bir şey gelmediği en çaresiz ortamda… Çığlık, gözyaşı ve kan çanağına dönen Orta Doğu’dan… Dünyanın tüm kötülükleri ortalığa saçılırken...

Mümkün olmadığını, olamayacağını bilsem de yüzüne haykırmak isterdim:

Mutlu musun Şerif Hüseyin?

***

Doğduğu yıl konusunda tereddüte düşülse de…

1848, 1852 ya da 1853’te İstanbul’da doğmuş.

Babası Haşimi kabilesinden Şerif Ali Paşa…

Dedesi de 1827-1858 yılları arasında Hicaz Emiri…

Osmanlı Devleti tarafından taltif edilen bir aileden geliyor.

Fakat Şerif Hüseyin, babasının elde edemediği emirlik görevi yüzünden entrikalarla dolu bir süreci başlatınca… İhtiraslı karakteri dikkate alınarak Saray tarafından 1892-1908 yılları arasında İstanbul’da ikamete mecbur tutulmuş.

***

Mekke’den İstanbul’a çağrılmasına tanık olan Mahmut Nedim Bey,

İzzeddin Vapuruna bindirildiği esnada…

Solgun, perişan bir halde “talihsiz bir adamım” dediğini aktarır.

İşte bu “talihsiz adam”, beş bin kuruş maaşla Şura-yı Devlet azası yapılmış.

Osmanlı başkentinde adeta krallar gibi yaşatılmış, “damat” olmuş…

Sadrazam Mustafa Reşit Paşa’nın torunu Adile Hanımla evlenmiş, Boğaz’da kendisine tahsis edilen yalıda 1908 yılına kadar kalmış. Çocuklarına özel hocalar tayin edilmiş, askeri okullarda okutulmuşlar.

Bu arada bürokrasi ve iş dünyasını yakından tanıma fırsatı bulmuş, uluslararası siyaseti takip etmiş.

***

Sultan II. Abdülhamit’ten başka hemen herkese kendini sevdiren Şerif Hüseyin’in Osmanlı’ya isyan edebileceği öngörülmemiş olacak ki..

Tam da II. Meşrutiyet’in ilan edildiği, eyaletler üzerindeki İstanbul etkisinin azaltıldığı günlerde…

1908’de Mekke Emiri Şerif Ali görevden alınınca…

Yerine tayin edilen Abdulillah Paşa da vefat edince…

1 Eylülde Hicaz demiryolunun açılmasıyla gelir kaybına uğradıklarını iddia eden bedevilerin isyanını bastırmak…

Hacıların güvenliğini sağlamak üzere…

Kasım 1908’de Şerif Hüseyin Mekke Emiri olarak atandı.

Beğenmediği tüm yetkilileri bir üst rütbe sağlayarak görevden aldırdı.

1912 seçimlerinde oğulları Faysal ve Abdullah’ı Mekke ile Cidde temsilcisi sıfatıyla Meclis-i Mebusan’a göndermeyi başardı.

İstanbul, en zorlu günlerini yaşarken…

Savaşlar ve siyasi kavgalarla boğuşurken…

İngilizlerle görüştü, isyanı adım adım planladı.

***

Saygıdeğer okurlarım…

Yüzyılı aşkın bir süre önce yaşanan bu ihaneti bir tarih dersiymiş gibi aktarmak istemem.

Zaten son Gazze ve Lübnan savaşlarının da etkisiyle mutlaka tarihin tozlu sayfaları arasındaki acı gerçeklerle yüz yüze gelmişsiniz.

Bizlere çok pahalıya da patlasa…

Acı öğretir.

Osmanlı, Kırım Hanlığı ve Mekke Emirliği dışındaki tüm eyaletlerden vergi alıyordu.

Peygamberimizin soyundan geldikleri için Mekke Emirleri hürmet ve itibar görüyor...

Savaş zamanlarında asker göndermiyorlardı.

***

Hal böyleyken…

I.Dünya savaşını kaybetmemizin ana sebeplerinden birini oluşturan Arap İsyanı’na Şerif Hüseyin penceresinden yeniden bakmakta yarar var.

Suriye Valisi Cemal Paşa, ihanetle suçladığı bazı Arapları Beyrut ve Şam’da idam ettirince…

Ecyad kalesine saldırarak isyanı başlattı.

Öyle bir kale ki Kâbe’yi düşman saldırılarından korumak için 1781’de Osmanlı Devleti tarafından yapılmış …

1.Dünya Savaşında Türk Garnizonu…

Ve 2002’de yıkılarak yerine Mekke Tower yapılan ecdat yâdigarı…

Ne diyelim?

Büyük Arap Krallığı” vaadiyle yola çıkarsın ama soluğu Kıbrıs’ta sürgünde alırsın.

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş, o günleri şöyle anlatıyor.

Ahhh, ben ne yaptım. Niye Osmanlı’ya ihanet ettik? Yaptığımızın cezasını çekiyoruz şimdi! Raif, anlat şu İstanbul havalarını dinleyeyim, derdi babama.”

***

Hemen her gün Gazze’de, Beyrut’ta ekranlarımızla cep telefonlarımızdan adeta kan damlarken…

Modern dünyaymış, BM, AB ve NATO’ymuş…

Dünya Ticaret Örgütü ve Uluslararası Adalet Divanı’ymış…

Hemen hepsi de seyirci, “tarafları sağduyuya davet etme” yarışında…

Üçüncü Dünya Savaşı başlamış sadece adı konmamış.

Eğer Filistin’in, Suriye’nin günahı birine yüklenecekse…

Bu, ne Lawrence’tir ne de Gertrude Bill.

Mescid-i Aksa’nın avlusunda duacısı olmayan bir mezarda yatan Şerif Hüseyin’dir.

Geçmişe yolculuk yapıp sana ulaşmak mümkün olsaydı!..

Dünden bugüne milyonlarca Arap ve Türk’ün katili olduğun için yüzüne haykırırdık:

Mutlu musun Şerif Hüseyin?