Zaman zaman yakın arkadaşlar, eş dost takılır durur. Bazen de sitem ederler. "Keşke kütüphane yerine başka bi şey yapsaydın!" Ya da...
"Şu dağın tepesine onca parayı gömeceğine bi araba alsaydın, gezip tozsaydın!"
Önceleri tek tek cevap vermeye çalışırken...
Baktım ki bu böyle olmayacak...
"Yeni bir hayal kurmaya ve onu gerçekleştirmeye çok geç kalmış olabilirim. Benim için kütüphane, bu dünyada kurabileceğim en büyük butik hayal."
"Butik hayal de neymiş" diyenler de oldu tabii.
Gözlerimin içine bakanlar...
Çoğunun beni anlamadığına eminim çünkü artık eskisi kadar sorgulanmıyorum!
Ya da sorgulanmamak için ne dediğinizin zor anlaşılması, anlaşılmaması gerekiyormuş.
***
Daha önce yine bu köşede yazdım.
"HAKUKO"
Her eve, okula, işyerine gerekli olan bir koltuk.
Hayal kurma koltuğu...
Olmayınca ve kimseler de önemine değinmeyince al sana hayal kurmaktan bihaber milyonlar!
Yani demem o ki hayal kurmasını bile bilmiyoruz.
Yoksa güpegündüz onca insan kafeleri, parkları bahçeleri niye doldursun ki?
Biz aslında yaşamaya geç kalıyoruz.
Elimiz yettiğince, dilimiz döndüğünce bu dünyaya ait olmaktan korkuyoruz.
Ya öncesini çok konuşuyoruz ya da sonrasını...
Bu yüzden de bir türlü bugüne gelemiyoruz.
Çünkü “bugün” kolay değil.
Her şeye tanık olacak kadar içindeyiz hayatın.
Düşüneceklerimiz olmalı, söyleyeceklerimiz, yapacaklarımız...
Fakat sayısız -ecek, -acak, -meli, -malı ile işin kolayını bulduk.
Uyduk hazır olan kalabalığa...
Canımız sıkılsa, psikolojimiz bozulsa da kurulduğumuz yerden kopamıyoruz.
Dost sohbetlerinden gelen alışkanlıkla konuyu bir şekilde spora, siyasete bağlamayı seviyoruz.
İşte o zaman her şeye geç kalırız azizim.
***
“Çok mu geç kaldık” diye yazı başlığını bir kenara not ettiğimde henüz Bolu’daki otel yanmamış, hiç olmadık kadar teknik bir tartışma yaşanmamıştı.
Oysa ben sadece birbirimize geç kalmaktan bahsedecektim.
Daha çok da kendimize…
Şarkılar türküler vardı aklımda…
Üzülüyorum çünkü üniversite sınav sorularında bile yer vermişiz otelleri denetlemekte kimin yetkili olduğuna…
Hatta otel girişlerine de asmışız.
“Yangın merdiveni vardı, yoktu” tartışması da neyin nesi?
Rahmetli Demirel’in dediği gibi “varsa vardır, yoksa yoktur”, bu kadar basit işte.
Her yıl yapılması gereken rutin denetimlere ilişkin raporları yayınlarsın, olur biter.
***
Konuştuklarımız, yazdıklarımız ve yaşadıklarımızla tarihe kayıt düşüyoruz adeta.
Yüzümüze gözümüze çarpılmak için hazır nazır bekletiliyorlar.
Bu yüzden lâfı eğip bükmeden eğriye eğri, doğruya doğru demekten kaçınmayalım.
Sonunda istifa da olsa.
Ne demişti Robert Bosch?
“İnsanların güvenini kaybetmektense para kaybetmeyi tercih ederim.”
***
Belli ki kış turizmi “en pahalı turizm” ve yıllardır bu işin kaptan koltuğunda Bolu…
En güzel çam ormanları, harikulade manzarası ve tertemiz havasıyla İstanbul ve Ankara’nın tam ortasında... İşte bu yüzden sevdirmiş kendini.
Yanan otel dahil birçoğunda konuk olmuş üst düzey bürokratlarımız mutlaka vardır.
Bakanlar, valiler, başkanlar, kaymakamlar, müdürler, müfettişler, kontrolörler…
Hiç kimsenin aklına gelmediyse bile gözleri de aramadı mı dış cephedeki yangın merdivenini?
Sağdan bak, yok, soldan bak, yok.
Diğer ayrıntıları saymıyorum bile…
Televizyon ve sosyal medyayı izlerken insanın yüzü kızarıyor.
İşi yokuşa sürme sevdasından başka bir şey değil duyduklarımız.
Aslında yetkililer için “ekran vakti”.
Çıkacaklar, çatır çatır tartışacaklar.
Vatandaşın da kafasında soru işareti kalmayacak.
Çünkü daha sonra yoğun gündem arasında kaybolup gidiyorlar.
İşte “çok mu geç kaldık” sorusunu burada yeniden sormak istiyorum.
“Evet, çok geç kaldık.”
Ardı ardına istifalar gelmeliydi.
“Sorumlu benim, ben, ben” diyebilmeliydi yetkililer.
Çünkü o haykırışların duyulması gerekiyordu.
“Baba, çok sıcak, yanıyoruz. Bir arkadaşım atladı ve öldü, ben de atlayayım mı” diyen kızına “sakin ol, atlama kızım, yola çıktım geliyorum” diyen babasının sözleri yeter de artardı bile.
Bu işin sağı solu yok, çoluk çocuk, genç ihtiyar onca insan canlı canlı yandı Bolu Dağında.
Şimdi ihaleyi ona buna yıkmaya çalışmanın zamanı değil.
Zaten tüm dünyada bu işler şöyle yürür.
Konuyla ilgili üst düzey yetkililer istifalarını sunar, Başbakanın ya da Cumhurbaşkanının elini rahatlatırlar.
Keşke türküde olduğu gibi Bolu Dağının dumanında, rüzgârında, taşında bir destan dolaşsaydı, ağıtlar yakılmasaydı.
Keşke zamanında Prof. Dr. Abdurrahman Kılıç’ın sözleri, yazıları dikkate alınsaydı.
Bolu’yla birlikte koca ülke de yanıp yıkılmazdı.
Mevzuatı düzeltmekte ve denetlemekte...
“Çok mu geç kaldık?”
“Evet, çok geç kaldık.”