Dünyadaki bütün hareketler aileyi, gelişimlerine engel olarak görmüş, bireyleri kendilerine kul köle etmenin en önemli yolunun onları ailelerinden uzaklaşmalarını sağlamak olduğunu fark etmişlerdir. Bu nedenle güçlü bir yapı oluşturmak isteyen gruplar, ailesinden tam olarak fedakârlık yapmayan kişileri güvenilir eleman olarak görmemişlerdir.

Dinler, dinlerin alt yapısını oluşturan cemaatler de ailenin öneminden, onun kutsallığından bahsetmiş olmalarına rağmen yine kendilerini ve ailesini cemaatine kurban etmeyen kişilerin iyi bir mürit olamayacağının farkına varmışlardır.

Dinler ilk zamanlarda erkekler vasıtasıyla yayıldığı için bu yayılımın önünde en büyük engel olarak kadınları görmüşlerdir. Kadınlar, Allah’a kulluk etmeğe engel olan varlık olarak ilan edilmiştir. Peygamberimiz, erkekler için ardımda bıraktığım en büyük fitne kadınlardır, demiştir. Bu hadisler kuvvetle muhtemelen İslamiyet’in ilk yayıldığı yıllarda ifade edilmiştir.  İbnü’l Arabi ve İmamı Gazali gibi İslam’ın çok büyük âlimleri de bu hadisleri referans alarak kadınlar hakkında çok kötü ifadeler kullanmışlardır.

Eski Ahit’e göre Hz. Âdem’i ilk günaha sevk eden Havva olmuş, bir nevi ilk günah işlenmesinin ve cennetten kovulmanın nedeni olarak Havva görülmüştür. Bu nedenle kadınlar günahın ve fitnenin kaynağı olarak algılanmıştır.

İlahi aşka giden yola engel gördükleri için evlenmemeyi, kadınlardan uzak durmayı tercih eden birçok şeyh ve mürit olmuştur.

İsa’nın ölümünden yaklaşık iki yüz yıl sonra ortaya çıkan Maniheizm tam bir aile dramı üzerinden yükselmiştir. Gerçeğin peşine düşen Mani’nin babası Pattig, doğum yapmak üzere olan eşini, servetini, itibarını terk ederek bir dervişin peşine takılmış, yıllarca ailesini arayıp sormamıştır. Tek kalan kadın, sakat (aksak) Mani’yi doğurmuş, Mani’nin babası şeyhinin isteği üzere yıllar sonra gelerek oğlunu kaçırarak cemaate vermiş ve Mani, cemaatin içinde büyüyüp yetişerek güzel resim yapma kabiliyetini de kullanarak Mani dinini kurmuştur. Bu dinin mayasında da ailesini, inancına feda eden anlayış bulunmaktadır.

FETÖ, PKK gibi terör örgütleri ailenin kuvvetli olduğu toplumlarda istedikleri gelişim imkânlarını bulamayacaklarını bildikleri için ailesi ile davası arasında kalan ve davasını ailesine tercih eden militanları gerçek bir asker olarak görmüştür. Yine sol örgütler ailesine düşkün bireyleri iyi bir militan yapamayacaklarını bildikler için ilk önce onları ailelerinden soğutmanın yollarını aramışlardır.

Kadın güçlü olduğu zaman aile ve toplumlar da güçlü olmaktadır. Bu nedenle kadınların ailelerine ve çocuklarına bağlılıkları aileyi daha güçlü kılmaktadır. Kadınlar feminizm etkisinde kalarak çocuğa ve aileye karşı duyarsız kaldıklarında toplumlar hızlı şekilde felakete sürüklenmiş olmaktadırlar.

1894 yılında Japonya, modernleştirdiği askeri gücü ile Çin’e saldırmış, geleneksel askeri yapısını koruyan Çin’i çok kısa sürede işgal etmişti. Japonlar karşısında çaresiz kalan Çin o dönemin güçlü ülkeleri olan İngiltere, Fransa ve Almanya’dan yardım istemiş, bu durumu fırsata çeviren bu ülkeler, Çin’i üç kısma ayırarak orayı sömürü ülkesi hâline çevirmişlerdi. Misyonerler vasıtası ile Çin’in her bir köşesine yayılan Batılı ülkeler, halkın içine nüfuz etmeye başlamışlardı. Konfüçyüs’ün kurmuş olduğu sağlam aile kültüründen gelen Çinliler, Batılıların ülkelerini işgal etmesinden daha ziyade misyonerler tarafından çocuklarının kendilerinden, uzaklaştığını görünce Batılılara çok büyük tepkiler göstermeye, onlara saldırmaya başlamışlar ve Batı’nın sömürgeci askerlerini öldürerek onların orada barınmasına imkân vermemişlerdi. Çin’in aile yapısına karşı göstermiş olduğu hassasiyet, onların bağımsızlıklarına ulaşmalarını kolaylaştırmıştı. 

Ailenin sağlam olduğu toplumu hiçbir kuvvet yıkamamaktadır. Bu nedenle çocuk yetiştirmede anne ve babalara çok büyük sorumluluklar düşmektedir.