Geçen 7 Şubat Cuma günü imam hutbede, ağzımızdan çıkan sözlere dikkat etmemizden, sözün söyleyiş tarzının öneminden, dilin kişileri belaya da sevince de götüreceğinden, sözün güzelliğinin her şeyin önünde geldiğinden bahsetti.

Daha sonra da “Allah’ım! İslam’a ve Müslümanlara yardım et. Devletimizi ve milletimizi her türlü tehlikelerden ve belalardan koru. Bize dünya ve ahirette iyilikler ve güzellikler ihsan eyle…diye dua etti.

Hâlbuki bir gün öncesi 6 Şubat’tı ve asrın felaketi dediğimiz bir depremin ikinci yılıydı. O günkü hutbenin konusu tatlı dilin önemi değil, iki yıl önce yaşadığımız o büyük felaketten edindiğimiz tecrübeleri, deprem gerçeğine karşı ne gibi tedbirler almamız gerektiğini bildiren konularda olmalıydı.

Halkın uyanık olmasını, ev alırken hangi binaların depreme dayanıklı olduğunu, hangi tarz binaların yıkıldığını, binaların sağlam olmasına, depreme karşı dayanıklı olmasına dikkat etmemize ve bu belalardan çıkaracağımız derslere dikkat çekmesi gerekiyordu.

Yan yana olan ve depremde biri yıkılıp birisi ayakta kalan binalardan hikmet değil ders çıkarmamız; binaları yapan insanların ahlakını sorgulamamız gerektiğinden bahsetmeliydi.

Bu kadar ikazı yaptıktan sonra İmamın ancak Allah’ım devletimizi ve milletimizi her türlü tehlikelerden koru, diye dua etmeye hakkı vardı. Tedbiri dile getirmeyen, insanları olaylar karşısında pasif duruma düşüren, onlara yaşam mücadelesi, direnci aşılamayan, Allah’ı her şeye alet edip bu milleti uyandırmayan her zihniyetin şiddetle sorgulanması, ikaz edilmesi gerekmektedir.

İnsanların yaşamış oldukları her türlü kaza ve beladan ibret çıkarması, kendine bir yol bulması gerekmektedir. Bu milletin dua etme eksikliği değil, tedbir alma sıkıntısı vardır. Hepimizin bu elim afetten gerekli dersleri çıkarma,  gerekli tedbirlerimizi ona göre alma sorumluluğu vardır.

Depreme karşı gerekli tedbiri almayan kişilerle bu hutbeyi merkezden yazarak imamlara gönderen kişiler aynı zihniyetten beslenmektedirler. Bu bakış açısı değişmediği müddetçe bu kader de değişmeyecektir.

Ülkemizde kimse üzerine düşen sorumluluğu hakkı ile yerine getirmemektedir. Herkes bildiğini okumakta, herkes işine geldiği gibi davranmaktadır. Ölenler öldüğü ile geride kalanlar ise acı ile yaşamaktadır.

Yıkılan binanın yerine daha güzelini en kısa sürede yapmaktan daha önemli bir durum varsa, o da halkta belirli bilincin oluşmasına zemin hazırlamak olmalıdır. Halka dayanıklı bina yapmayı öğretmek zordur, ama Allah’ım devletimizi ve milletimizi her türlü tehlikelerden ve belalardan koru diye duam etmek çok kolaydır.

Diyanet bu içi boş dualarla insanları kandırmaya devam etmektedir. Bu tip anlayışa en çok Mehmet Akif Ersoy karşı çıkmıştır. Akif yıllar önce yazmış olduğu bir şiirde bugünkü zihniyette olanları çok şiddetli tenkit etmişti.

Başın sıkıldı mı, kâfi senin o nazlı sesin:/ Yetiş de, kendisi gelsin, ya Hızr’ı göndersin!/Evinde hastalanan varsa, borcudur; bakacak, /Şifâ hazinesi derhal oluk oluk  akacak./Demek ki: her şeyin Allah… Yanaşman, ırgatın o/ Çoluk çocuk O’na ait, bacın, dadın O/

Vekîl-i harcın O, Kâhyan müdîr i veznen O/ Alış seninse de , mesûl olan verişten O/ Denizde cenk olacakmış.. gemin O kaptanın O/Ya ordu lâzım imiş, askerin, kumandanın O/ Köyün yasakçısı, şehrin de baş muhassılı O/ Tabîb- i âile, eczâcı, hepsi hâsılı O /Ya sen nesin? Mütevvekkil, yutulmaz artık bu/Biraz da saygı gerektir. Ne saygısızlık bu/ Hüdâ’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Hudâ/ Utandan da tevekkül diyor bu cürete.. Ha?

Akif’ın kızdığı zihniyet bütün varlığı ile devam etmektedir. Tatlı dilli olmanın güzelliği bir yılın 52 haftasının herhangi birinde anlatılabilirdi. Fakat bu Cuma hutbesinin konusu asla bu olmamalıydı. Bu haftada bu afetten çıkarılması gereken dersler anlatılmayıp sonra da Allah’ım devletimizi ve milletimizi her türlü tehlikelerden ve belalardan koru,  diye dua etmek tam bir komedi olmuştur.