Modern zamanlarda en çabuk geçen gün tartışmasız pazardır gibime geliyor. Belki yaşımızdan, belki de ertesi gün mesai olduğundan çok sevimli değil artık. Oysa çocukluğumuzdaki pazar günleri bitmek bilmezdi, akşam olmazdı. Saatimiz haliyle de telefonumuz yoktu. Eve dönmek için kulağımız akşam ezanında olurdu. Hepsi de aynı anda okuyor diye dert yanardık çocukça kendi aramızda. Oysa bizim mahallenin hocası biraz geç okusa ne olurdu sanki…

Maşatlıkta maç yaptıktan sonra mahallenin aşağısında bulunan denize giderdik. Denize girmek için de liman sahasından geçmek gerekirdi. Limanın tel örgülerinden atlayarak önce gümrükte terkedilen hurda arabaları kurcalardık, içerisine girer, çalışmayan radyosunda kanal arardık. Sonra limanın ucundaki mendireke gider, deniz fenerinin yakınlarından denize girerdik. Cesur olanlar balıklama diğerleri çivileme atlardı. Midye çıkarır, bulduğumuz teneke parçası üzerinde midyeleri pişirir yerdik. Şimdilerde midyeyi hiç sevmiyorum o zaman çok lezzetli gelirdi. İçine saçma sapan pilav tepiştiriyorlar ondandır galiba.

Akşam eve terli, kir pas içerisinde geldikten sonra elbiseler kirliye atılır. Büyük komutanın nazikçe! “Banyo yapılacak, yap” emrine itaatsizlik, muhtemelen terlik ya da en yakındaki nesneyi fırlatmakla son bulurdu. O yaşlarda çevik ve atletik olduğum için annem kovalama yoluna pek gitmezdi. E biraz da kiloluydu.  Ne yapalım biz de her çocuk gibi o dönemlerde “suyu sadece denizde severdik, banyoda değil.” İte kalka banyoya girerdik. Banyonun köşesinde uzay mekiğini andıran dikine bir şofben. Çıkardığı ses suyu ısıtmıyor da sanki infilak edecek bir bombanın geri sayım gerginliğinde. Annem, sırtımı soğan çuvalından biraz daha narin bir lifle kazırdı. İki şeyden korkardık ya lanet Hacı Şakir sabunu gözümüze kaçacak ya da bu lif derimizi soyacaktı. İki ihtimal de Cengiz Kurtoğlu’nun “birkaç damla yaş süzüldü” ile son bulurdu.

Prensip olarak ecnebilerin dayattığı sembolik günlere karşı olsam da Anneler Günü’nü farklı bir yere koyarım. Önceleri “sadece bir gün değil yılın her günü” gibi beylik bir ezbere ben de çok teşneydim.  Babalar günü, sevgililer günü, börtü böcek günü gibi tamamen ticari emellerle sulandırılmış günleri çoktan reddettim. Özel bir gün atfedilecekse O da sadece Annelere yakışır ve O gün onların olmalı. Öpün koklayın, çiçek alın. Ama Allah aşkına beyaz eşya, mutfak robotu gibi doğrudan ev hizmetlerine matuf alet edevat almayın.

Merhametin ve sevginin tükenmez kaynağı Annelere ne kadar şükran etsek azdır. Onlar, haklarını hiçbir zaman ödeyemeyeceğimiz ömür boyu borçlu kaldığımız alacaklılarımızdır. Doğuran, doyuran, azı çok eden, fedakâr, cefakâr insana dair ne kadar muhteşem hasletler var ise hepsi Anne’de toplanmış.  Doğum ki bence Allah’ın insan vücudunda Anne’ye yüklediği en büyük mucize.

Ne zaman dinlesem Ahmet Kaya’nın “hep sonradan gelir aklım başıma, hep sonradan, sonradan” film kareleri gözümün önünde resmi geçit düzenler, bitmeyen bir kortej geçer önümden…

Hunharca, acımasızsa kırdığımız da oldu, döktüğümüz de oldu sevdiklerimizi. Kalbi kırıklar listemizde kimler olmadı ki? Anne oldu, baba oldu, eş oldu, evlat oldu, sevgili oldu. Bir tek O, gönül koymadı en çok O, sevdi. Hep koşulsuz, şartsız diğerlerinden farklı sevdi.

Kaçtık sarıp sarmalamalarından, utandık öpmelerinden, attık kendimizi rotasız yollara. Denizi ararken kaybolduk şehrin çıkmaz sokaklarında. Şimdilerde ise bize kalan; giden bir otobüsün arkasından el sallayanların kalabalık terminallerdeki yalnızlığıdır.  

Doyasıya yüzlerine söyleyemediğimiz kelimeleri mahcup bir edayla gözyaşı cümlelerine dönüştürdük mezarlıklarda gizli gizli. Ne sevdiğimizi söyleyebildik ne de sevilmelere layık olduk. Bir türlü beceremedik bu sevgi işlerini. Yaptığımız hatalardan sehiv secdesi yaparak kurtulacağımızı zannettik. Olmadı. Yüzlerini öpememenin kefaretini topraklarını öperek öderiz sandık. Yanıldık.

Sizin hiç anneniz öldü mü, ya da babanız ya da eşiniz… Sizin hiç gitti mi sevdiğiniz…

Sevdikleriniz ölünce isimlerini telefon rehberinden silemiyorsunuz. Yaşıyorlar da rehberden isimleri silinince gerçekten öleceklermiş gibi geliyor insana.

 “Ne halimi anlatmaya ne de bağırmaya takatim var. Ne kavuşma isteğine gayret ne ayrılığa gücüm var” demiş zamanında şair.

Hayat bazen giden yolcu peronlarındaki hüzün, bazen de gelenlerdeki sevinçtir. Hangi yolcunun ne zaman geleceği de bilinmez gideceği de…

Hasretle kucaklayın, sevgiyle uğurlayın sağ yanınızdakileri, yanı başınızdakileri…