Hayatın dün, bugün ve yarından ibaret üç günlük bir dünya olduğunu söylediklerine bakmayın. Geride bıraktığımız yılların hafızalarımızda kalan kısmını anlatmaya, gözümüzün önünden geçirmeye sadece bir gün yeter.
Cahit Sıtkı Tarancı’nın o mükemmel şiirinde ifade ettiği üzere herkesin bir namazlık saltanatı olacağı ama sonunda ölümün kazanacağı bir günlük hayat.
Ömür dediğimiz şey; dünyaya bıraktığımız izler ve dünyanın bizde bıraktığı izlerin toplamıdır. Yaşanmışlıkların, üzüntülerin, sevinçlerin, heyecanların, yorgunlukların izidir yüzümüzdeki çizgiler, saçlarımızdaki aklar. Göz açıp kapamalar, nefes alıp vermeler…
Bazıları unutulmuş gitmiş bazıları ise ölene kadar belleğimizde kalacak anılar. Tekrar yaşar gibi olacağımızdan hiç hatırlamak istemediklerimiz ve her hatırladığımızda iyi hissettiren, tebessüm ettiren “ah o günler” dedirten hayatımızın film kareleri.
Bu hayat sinemasında bir “film” dönüyor ama anlayabilmiş miyiz acaba çok emin değilim. Bir salonda başrolünü kendimizin oynadığı bir film. Diğer salonlarda ise bazı filmlerin yardımcı başrolü bazı filmlerin figürasyonu olduğumuz matine-suare devam eden gösterimler. Kiminin hayatı kapalı gişe, kiminin ise boş koltuklara resital.
Bu sinema şöleninde öyle anlar, kesitler var ki hayali cihana değer. Günün sonunda elimizde kalan hoş bir edayla hatırladığımız bu sahnelerdir.
Cuma günü son dersten sonra okuduğumuz İstiklal Marşının “hakkıdır hakka tapan milletimin istiklal” cümlesinin bitimiyle çılgınca okulun dış kapısına doğru koşmaktır.
Teneffüste okul bahçesinde koşuşturmaktan bitiremediğimiz simitin kalan kısmını öğretmene çaktırmadan sıra altından tırtıklamaktır.
Beslenme saati için annemizin hazırladığı ekmek arasını ve yarısı ısırılmış elmayı gerisin geriye eve götürmektir.
Okulun hemen yanı başındaki minik bakkalda kazı kazanlarının temelinin atıldığı oyuncak ödüllü şans oyunlarında kaptırdığımız paralardan kalırsa aldığımız horozlu şeker, leblebi tozu, akide şekeridir.
Yediğimiz elma ve mandalina kabuklarını sobanın üzerinde kokusunun odaya nüfuz edecek kadar bekletmektir. Meyve kabuklarını dikkatlice takip edip kömürleşmeden sobanın içerisine atmaktır.
Sabahleyin o soğuklarda sobanın külünü boşaltmak, sobayı tek seferde yakabilmek, karınca misali kazan boşaldıkça odun kömür taşımaktır.
Buharın çaydanlık kapağından çıkardığı sestir. Tavana yansıyan ateşin dansıdır. Bugün kaloriferli soğuk evlerde bulamadıklarımızdır.
Ev telefonları olmadığı için çat kapı gelen misafirleri kapıda pijamalarla karşılamaktır. Telefonu olmayan ama zarafeti olanlar çocukları ile önceden haber gönderirlerdi. Minik elçiler “müsaitseniz akşama size geleceğiz” diyemezlerdi ama meramları bir şekilde anlaşılırdı. Muz ile gelen misafirleri abartılı, gösteriş meraklısı mandalina ile gelenleri muzu çok sevmeme rağmen daha samimi bulurdum çocuk aklımca.
Rahmetli babamdan öğrendiğimdir. “Yediğin kokar, ikram ettiğin rayiha verir” mealen; yediğin kötü kokar verdiğin mis kokar babında. Bir de eli boş gelenlere uyuz olmam babadan kalma bir spordur benim için.
Hasta ziyaretlerine neden götürüldüğünü hala anlayamadığım pötibör bisküvidir. Kolonya, su, peçete ve pötibör bisküviden oluşan “kutsal hastane ziyareti dörtlüsü”. Bir de acıkınca genellikle en son parayla alınan, hesaplı, tok tutan çubuk kraker ya da minik piknik bisküvileridir.
Çocukluğumuzda hemen hemen her çocuğun sabıkasında yer alan duvar ötesi operasyonlarıdır. Bizim oralarda meyve ağaçları genellikle mahallenin eli sopalı sert, cimri teyzelerin, meymenetsiz amcaların bahçesinde olurdu. O bahçeler hep yüksek duvarlarla çevrilidir. Yetmez gibi duvarların üstü cam kırıkları ya da dikenli tellerle örülüdür ki duvarı aşıp bahçeye giremeyelim diye. Duvarın üzerinden gördüğümüz sarı ayvalar, kırmızı narlar bizi o kadar tahrik ederdi ki duvarın dibini mayınla döşeseler dahi operasyonumuzu engelleyemezlerdi. Göz hakkımızı abartıya kaçmadan bir şekilde alırdık.
İftardan sonra toplanıp teravih namazı için camiye mi yoksa batak oynamak için kahveye mi gidelim oylamasıdır. Nezih tartışmalarımız sonucunda oy birliği! ile karar alınırdı. En büyüğümüzün kullandığı bir oy karar için yeterli olurdu. Biz demokrasi ile o yıllarda tanışmış bir nesiliz. Başkanlık rejimi tartışmaları da nedir ki?
Eskiden mutlu olmak için ne de çok nedenimiz varmış. Sıradan ve küçük şeyler mutluluğa pek ala yetiyormuş. Mutlu olmayı/olabilmeyi biliyormuşuz.
Şimdilerde ise kıyaslanamayacak kadar daha çok şeye sahibiz ama mutlu değiliz. Aldığımız yaşlar mı yoksa döktüğümüz yaşlar mı böyle hissettiriyor açıkçası bilemiyorum.
Olmayana sabretmeyi, olana şükretmeyi unuttuk gibime geliyor.
Ne demişti Rahmetli Ferdi Tayfur “Yılları bir güne nasıl sığdırdın. Bana da söyle ben de bileyim”
Bir günlük dünyada hayatımızın toplamı tükettiğimiz zaman değil sahip olduklarımız ya da olmaya çalıştıklarımız hiç değil.
Ömür, hatırladığımızda bir güne sığdıracağımız anılar ile baki kalan bu kubbede bıraktığımız sedadır.