Türkiye için “Kendi kendini yetiştirenlerin cenneti” diye bir tanımlama yapılmıştır. Bu söz Osmanlı’dan bize miras kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda Enderun’a Türk çocukları kabul edilmemekteydi. Zaten okumak, daha ziyade o dönemlerde zenginlere mahsus bir durumdu.

1863 yılında açılmaya teşebbüs edilen ilk üniversitemiz Darülfünun tam teşekküllü bir şekilde aktif hâle gelememiş ve kapanmış;  1869 yılında tekrar açılmış, 1871 yılında yine kapanmış, 1874 yılında tekrar açılan bu üniversite 1882’de yine kapanmıştır. Daha sonraları Sultan Abdülhamit’in tahta geçişinin 25. yıl dönümünde İstanbul Darülfünunu (Üniversitesi) adı altında tekrar açılmıştır.

Üniversitenin kısa sürelerle açılıp kapanmasının ana nedeni öğrenci bulunamamasından kaynaklanmaktaydı. Çünkü o yıllarda üniversiteye öğrenci yetiştirecek liselerin sayısı sınırlıydı. Azınlıklar kendi okullarına çocuklarını göndermekte, Türkler ise ya cephede savaşmakta, ya da çiftçilikle uğraşarak çocuklarını eğitmeye, okula göndermeye vakit bulamamaktaydı. II. Abdülhamit’in teşebbüsleriyle özellikle Anadolu’da birçok bölgede liseler açılmaya başlanmıştır.

19. yüzyılda Darülfünun öğrencisizlikten kapanıyorken Osmanlı İmparatorluğu fikir adamı bakımından en parlak dönemini yaşamaktaydı. Yüzlerce fikir adamı, şair, yazar bu dönemde yetişmişti. Bu dönemde insanlar kitap ve gazete okuyarak kendi kendilerini geliştirmekte, yabancı dilleri kendi çabaları ile öğrenmekteydiler.  Bunda da oldukça başarılı oldukları görülmektedir.

Bu durum, isteyen kişinin özellikle sosyal bilimler alanında kendisini yetiştirebileceği kanaatini oluşturmuştur. Bizim kültürümüzde hoca talebe ilişkisine çok büyük önem verilmesine rağmen, bütün yük hocadan ziyade talebede olduğu görülmektedir.

Yine o dönemde bir eğitim kurumu gibi görev yapan fakat belirli bir müfredatı olmayan tekkelerde kullanılan “Şeyh uçmaz mürit uçurur” sözü de hocaların, şeyhlerin işlevsizliğinin işareti olmaktadır. Normalde şeyhin müridini uçurması gerekirken, müritten şeyhi uçurmasını beklemek eğitim öğretim kültürüne ters düşmektedir. Kendini uçuramayan şeyhin müritten bunu beklemesi en hafif ifade ile sahtekârlığa girmekte, müritten şeyhlerine birçok anlam yüklemesi ve çevresindekileri de buna ikna etmesi beklenmekteydi.

Bu şartlar,  o dönemlerde üniversitenin öğrenci,  tekkelerin de hakiki şeyh, rehber bulamadıklarını göstermektedir.

İlkokul, ortaokul ve lise seviyelerinde öğretmenin rolü çok daha büyük önem arz ederken, üniversitelerde bu durum biraz daha farklılaşmakta, eğitim öğretim ortamı öğretmene değil; kuruma, kurum kültürüne, özellikle öğrenciye yüklenmektedir.

Günümüzde bilgilerin iki yılda bir ikiye katlanması, bilginin elde edilebilirliğinin kolaylaşması, “bir harf öğretene kırk yıl köle olma” anlayışını geride bıkarmıştır. Günümüz,  kendi kendine bilgiye ulaşma, kendi kendinin öğretmeni olma devridir. Yüz yıl önce Türkiye için söylenen kendi kendini yetiştirenlerin cenneti tanımlaması, şimdi bütün dünya ülkeleri için geçerli hâle gelmiştir.

Bazı büyük şirketler günümüzde diplomaya değil bireyin kendisini yetiştirmiş olmasına bakmaktadır. Bu nedenle kendini geliştiren kişilerin çok havalı diplomaya sahip bireyleri işe girme noktasında geride bıraktığı görülmektedir.

Bundan sonra öğrencilerin öğrenme ortamları ve zamanları çok genişlemiş, hatta bazı durumlarda okullar vakit kaybına bile neden olan bir kurum olarak görülmeye başlanmıştır. Eskiden davul da tokmak da öğretmenin boynundayken günümüzde davul öğrencinin boynuna yüklenmiş, tokmak ise öğretmenin eline verilmiştir. Özellikle üniversite ortamında öğrencilerin yükü bin kat daha artmıştır.