Sultan Mahmut Gazne ve Horasan’ı eline geçirdiği vakitte Darü’l-Hilâfe’den (Hilafet makamından, halifeden) bir lakap ile şereflenmek arzusunu gösterdi.
İmam Ebu Mansur-ı Sâlebî’yi, böyle bir lakabın kendisine verilmesi için elçi olarak Darü’l-Hilâfe’ye gönderdi. İmam bu mühim mesele için bir sene orada kaldı, fakat bir şey elde edemedi. Nihayet Halifeye şu surette meseleyi arz etti:
Sultan Mahut bugün şevket ve azamet sahibi bir padişahtır, dinin bayraklarını yüceltmek için çalışıyor, binlerce kilise onun çalışmasıyla mescit hâline gelmiştir. Binlerce kâfir İslamiyet’le şereflenmiştir. Böyle bir dindar, mücahit ve gaziyi lakaptan mahrum bırakmak doğru değildir. Halife, İmam’ın bu sözü üzerinde düşünceye daldı ve sonra şöyle cevap verdi; “Bu adam bir köle oğludur. Ona Sultanlara mahsus olan lakaplardan birini vermek nasıl mümkün olabilir? Bununla beraber o şevket ve kudret sahibi büyük bir adamdır. Kendisinin isyan etmesinden de korkulur.” Bunun üzerine halife, adamlarıyla müşavere etti. Hem zemmî hem de medhi tazammum eden (işaret eden) bir lakap verilmesi hususunda ittifak ettiler ve “Sultan-ı Yemînü’d-devle veliyu emiri’l müminin” tarzında bir lakap yazdılar. Velî kelimesi lügatte hem dosta hem de köleye denir. Binaenaleyh bu kelime hem zem (kötüleme) hem de medh olabilir. Mensur, Darü’l-Hilâfe’den bu lakapla sadır olunca İmam Mansur bunu Sultan’a arz etti. Sultan zekâvet ve kiyasetinden bu unvandaki “velî” kelimesinin ikinci (köle) manasını göz önüne alarak Hilafet makamına hemen 100 bin dirhem gönderdi. Halifeye “Mahmut otuz seneden beri ömrünü Muhammet Mustafa hanedanının şeriatına hürmetinden dolayı kâfirlerle savaşla geçirmiştir. Bugün bir elifi (yani veliyi vâli diye okutacak olan elif) 100 bin dirheme satın alıyor. Mürüvvet ve fütüvvet ağacının meyvesi olan bu halife bu bir harfi 100 bin dirheme satmazsa bu müşkülat gösterirse büyük bir mürüvvetsizlikte bulunmuş olur” diye yazdı. Sultanın elçisi bu para ve mektup ile Darü’l-Hilâfe’ye gelince, ileri gelen âlimler ve fazıllar Halifeye Mahmut’un satın almayı dilediği bir harfi “Velî” kelimesine ilave ile onu “Veli-i emîr-i müminin” yerine “Vâli-i emîr-i müminin” lakabına sahibi olmak ve bununla kelimede zemmi tazzamun eden (işaret eden) ikinci manayı (köle manasını) bertarafat etmektedir” dediler, Halife, Sultanın bu fazl ve kıyasetine hayran kaldı. Bundan sonra birçok seneler Dar’ül Hilâfeden misaller ve menşurlar hep “Vâli ”lakabı ile sadır oldu.
Devletşah’ın “Tezkire-i Devletşah” kitabında anlatmış olduğu bu hikâyede görüldüğü gibi bu tarihten sonra bir ülke yöneticisine, daha sonraları da bir ülkenin bir vilayetinin yöneticisine Vâli denilmeye başlanmıştır. Bu süreç, bugünkü valilerimizin serüvenini anlatması bakımından önemlidir.
Köle ve dost anlamları bulunan veli ile devletin gücünün sembolü olan vâli arasındaki anlamsal bağ ne kadar kesilmiş olsa da hakikatte bu mananın varlığı önemlidir. Valiler devletin ceberut yüzü, kanunun kılıcı görüntüsü ile zaman zaman tezahür etmiştir. Cumhuriyet’ten sonra geniş yetkileri bulunan valiler halka zaman zaman çok büyük korkular salmışlardır. Son dönemlerde atanan Vâliler, halkın içine girmeye, halktan birisi olduklarını halka hissettirmeye başladılar.
Bizim siyasi geleneğimiz maalesef halk ile arasına mesafe koymayı rehber edinmiştir. Sıradan bir müdür olanlar, odalarını ihtişamlı bir şekilde tefriş (mobilya mağazası?) etmekte, odanın ihtişamını kendileri için bir kalkan olarak kullanmakta, makamlara olağanüstü anlamlar yüklemektedirler.
Seçimlerde vatandaşa yalvaran, onların arasından ayrılmayan milletvekili adayları, seçildiklerinin hemen akabinde VİP salonlarına geçerek, halktan uzaklaşmayı, onlara mesafe koymayı, makamlarının gereği olarak görmektedirler.
İnsanlar hangi makama gelirlerse gelsinler önce veli (dost) olmalıdırlar. Bugün halkın hafızasını yokladığımız zaman veli sıfatı olan vâlilerin onların zihninde yer edindiğini görmekteyiz.